Kapattım gözlerimi. Bu diyardan gitmek istedim belki de. Sıkışmışlığımdan kurtulmaktı ya da etrafıma örülen duvarların bi kere de olsa olmadığını hayal etmekti… Durdum, durdum, istedim ki güzel bir hayal bulayım. Öyle çok uçuk da olmasın, belli ki onu da almışlar elimden, gücüm yetmiyor görmediğim güzellikleri hayal etmeye. Dedim ben de bir yere gideyim ki yüzümde güller açsın ama yine de bu dünyada olayım, samimi olsun. Hala güzellik olduğuna inandığımdandır belki de tüm bu uğraş.
Uzun süre sonra buldum, karar verdim en güzeli bu olur. Herkes bu kadar mutsuz ve umutsuzken şu anda bir umut doğsun kalbime istedim. Tarih 27 Aralık 1919. Gördüm Atatürk’ü, oradaydı. Derin maviliklerde halkı selamlıyor. Kalbimde bir hareketlenme, karnımda küçük kelebekler… Nasıl mutlu olmayayım? Mavi gözleri; insanı, denizin martıları çektiği gibi çekiyor. O bakışları öyle bir güven veriyor ki insana, içiniz sıcacık oluyor. Kalbiniz artık her türlü ağır yükü kaldırmaya hazır. İşte tam da öyle hissediyorum. Algım tamamen açılmış, bıraksanız dünyayı fethedeceğim!
Fakat gerçekleri unutmak da mümkün değil. Problemler arasından kaybolmak üzereyim. Dünya da çok yardım etmiyor tabii içindeki taş kalpli insanlarıyla. Bu insanlar o kadar düşmüş ki koyu, kara ve derin kuyulara; geri çıkmak imkansız. Ne bir merdiven, ne bir ip… Nafile. Hoş çıkmak isteyen var mı diye bir sorun da alalım birlikte o korkunç gerçeği. Çoğu, önlerindeki küçük rollere kendini kaptırmış; çıkar dışında başka duygu ve amacı göremez olmuş. Hayat bir akarsu sanki, onlar ise gövdesinden kopmuş bir parça yosun, sürüklendikçe sürüklenip akışa teslim olmaya yükümlü… Şimdi söyleyin bana dostum, ben nasıl tek başıma altından kalkayım bunun? Neden ben baş etmek zorundayım ki ayrıca? Tabii bir cevap gelmez. Siz de dostum, siz de onlar gibisiniz. Belki de beni düşürecek bir zaman arıyorsunuz tıpkı bir aslanın su içen geyiği beklediği gibi. Hiç mi hatırım yok sizde? Acımaz mısınız bana? Bırakın da hayalime devam edeyim bari. Bırakın da son günlerimde hayal kurabileyim. Hayal kuramaz hale gelmişim anlamadan, fark edemeden. Gözüm körleşmeye başlamış ama ben hala baktığım noktada kalmışım. Bırakın da şu hayalimi bitireyim.
Geliyor Atatürk, selamlıyor herkesi tek tek. Ah, böyle büyük insan çıkar mı bir daha bilmem. Her bir lafı bir lütuf gibi gelir. Belki de ben biraz abartıyorum. Fakat kaldı mı böyle biri de abartmayayım? Kaldı mı gerçekten insanların refahı için uğraşan? Kalmadı tabii. Fakat nasıl oldu biz böyleyiz? Sorgulamak fayda sağlasaydı burada olmazdık belki de. Ve geliyor Atatürk bana doğru. Diyor ki yaparmışım her istediğimi, sadece güven ve cesaretmiş korktuğum. Bir parça güven… Yalnız değilmişim. Sizce haklı mı eski dostum?
Gözlerimi açtığım gibi koştum mahzenden ana salona, baktım ki bir ben değilim çıkan. Etrafıma insanlar doluşmuş, ortalıkta bir isyan havası… Düzeni değiştirmekmiş demek bu. Herkes tek tek ana binanın olduğu yöne doğru yönelirken ben de bırakıyorum kendimi kalabalığa. Binanın içinde bekleyen askerler hazır konumlarında demir gibi bekliyorlar bizi. Koştuğum gibi vuruluyorum sağ omzumdan. Bir ben değilim vurulan. Bir sürü insan tek tek yere dökülüyor, sanki bir dakika önce nefes almıyorlarmış gibi, sanki daha iki gün önce sabah kalkıp her zamanki düzenlerinden devam etmemişler gibi. Ama huzur basıyor içimi. Korkmuyorum artık. Çünkü biliyorum ki bu onların asıl amacı ve biz birlikte oldukça mümkün bu düzeni yıkmak. Son gücümle kalkıyorum; başım dik, güçsüzlüğümü göstermeden ilerliyorum. Ve bitiyor o anda her şey. Fakat kalanlara inancım asla gitmiyor, biliyorum ki onlar başarıyorlar. Huzura erebiliyorum sonunda. Size de son vedamı ediyorum, yol arkadaşı olmanızın verdiği mutlulukla uğurluyorum sizi. Gözlerimi Kapatıyorum. Karanlık…