Kulağıma gelen rahatsız edici sesler sanki uyumsuz bir orkestranın verdiği bir konsere benziyordu. Kafamı yavaşça kaldırmayı başardıktan sonra birkaç dakika boyunca etrafımdaki çelik kapıların ihtişamına kapılıp onları seyrettim. Belki de uyku sarhoşluğundandı ama ben yine de kendimi onları seyretmekten alıkoyamıyordum. Etrafımda bir çember oluşturmuş bu esrarengiz kapılardan birini açmak için can atıyordum.
İlk seçtiğim kapının adı “Savaş”tı. İçinde savaştan zarar görmüş zavallı çocuklar vardı. Kiminin annesi, kiminin babası yoktu. Kimi savaşta bir uzvunu, kimi de ailesini kaybetmişti. Sonra birkaç asker çıktı karşıma. Devletlerinin başkanları sırf açgözlülükleri yüzünden savaş çıkarttı diye cephede birer birer can veriyorlardı. Hemen kapıyı kapattım. Daha fazla tahammül edemeyecektim gördüklerime.
Yöneldiğim sonraki kapının adı “Açlık”tı. Ufak bir oğlanın bir evin penceresinden girip oradan biraz yemek ve ilaç aşırdığını gördüm. Çocuğun evden çıkıp sessiz adımlarla vardığı yer ise dallardan yapılmış bir barakaydı. Sessizce girmesinin sebebi hasta annesinin içeride uyuyor olmasıydı. Çocuk annesine getirmişti ilacı. Sanki ben de onların yanındaymışçasına annesini uyandırmamak için kapıyı sessizce kapattım.
Seçtiğim üçüncü kapı bence en büyük sorunlarımızdan biriydi. İsmi “Kıskançlık” olmasından ötürü biraz endişelenmiştim ama yine de kapıyı açtım. Odada bir hırsız vardı. Bir kasayı açmaya çalışıyordu. Tam da o esnada evin sahibi eve girdi. Hırsızı fark etmiş olacak ki vardığında ilk girdiği yer bu kasanın bulunduğu odaydı. Hırsız ise kapının arkasında elinde bir vazoyla bekliyordu adamcağızı. Hırsız sırf parası var ve kendisinin yok diye kıskandığı bir adamın canına kastetmişti. Kapıyı kapatırken tek düşündüğüm kendi yarattığımız soyut bir duygunun bizi yavaşça ele geçirip nasıl yok ettiğiydi.
Sıradaki kapı hepimizi ilgilendiren bir sorunu içeriyordu. Dünyayı koruyamamızın sonucu olarak ortaya çıkan “Çevre Sorunları” isimli kapıdan seyretmeye başladım olanları. Karşımdaki hayvan, şu ana kadar gördüğüm en güzel ve parlak kürke sahip kutup ayısıydı. Hasta gibi gözüküyordu ayrıca yanında kimse yoktu. Etrafındaki çoğu buz kütlesi parçalar halinde, erimiş, yani küresel ısınmadan etkilenmişti. Bizim her arzumuzu çıkarlarımız yüzünden gerçekleştirmemiz sonucu bizden kesinlikle daha az değerli olmayan bir canlının hayatını tehlikeye sokmamız ne kadar da bencilceydi. Kapıyı içten gelen bir üzüntüyle kapattım ve son kapıya yöneldim.
Son kapının üstünden belki de kulağa en ağır geleni, “Acımasızlık” yazıyordu. İçeride bir anne doğum yapıyordu. Odadaki eşyalara bakılırsa pek de modern olmayan bir yerde yaşadıkları söylenebilirdi. Anne, doğum bittiğinde bir kızı olduğunu öğrenince ağlamaya başladı. Ben bunun mutluluk gözyaşları olduğunu sansam da öyle değildi. Sinirden küplere binmiş olan babası ve yanındaki birkaç adam, hayata gözlerini yeni açmış bu ufacık bebeği canlı canlı gömmüşlerdi.
Ben daha fazlasına katlanamayacak noktaya gelmişken kapının içinde farklı bir yer belirdi. Bir adam masum bir sokak köpeğini öldüresiye dövüyordu. O kapıdan girip oradaki adamı durdurmak için neleri vermezdim. Bir adam, sanırsam benle aynı düşünceleri paylaşıyordu, adamı durdurmaya çalıştı. Zavallı köpeğe vuran adam bu sefer onu durdurmaya çalışan adama saldırmıştı. Daha fazlasını izleyemeyeceğimi düşünüp kapıyı kapattım.
Kapılar son kapının kapanmasıyla birlikte silinmeye başladı. Bir anlığına olsa da bu sorunların yok olup her şeyin istediğim gibi olduğunu hissettim. Fakat daha sonra etrafımda görebildiğim her şey silikleşmeye başladığında anladım ki ne benim ne de diğer insanların altından geçebileceklerine inandıkları o mükemmel gökkuşağı sadece bir hayal olarak kalmaya devam edecekti.