Herkes için normal, benim için ise özel bir gündü o gün. Doğum günüm olduğundan arkadaşlarımla dışarı çıkıp eğlenecektik. Büyük bir şey değildi tabii ki bu ama beni asıl heyecanlandıran şey hayatım boyunca babamı ilk kez görecek olmamdı. On sekiz koca yıl boyunca bir babam olmadan büyümüştüm. Annem ve bizde kalan dayım her zaman bunun nedeninin babamın çok önemli bir insan olduğunu, dolayısıyla da işi yüzünde bizi görmeye hiç “fırsatı olmadığını” söylerdi. Küçükken babamın çizgi filmlerdeki gibi bir süper kahraman olduğunu zannederdim ama büyüdükçe dünyada bulunan hiçbir mesleğin bir insanı on sekiz sene boyunca çocuğundan alıkoyamayacağını anladığım için onu görme düşüncesi artık bir hayal olmuştu benim için, ta ki o haberi alana kadar.
Doğum günümden birkaç gün önce elime bir mektup geçmişti. Mektupta doğum günümde saat 21.00’de bizim evin hemen aşağı sokağındaki barda olmam gerektiği ve bana yıllar sonra ilk yasal içkimi ısmarlamak istediği yazıyordu. Bunun babam olduğunu hemen anladım çünkü mektubun yanına annemin bana anlattığı sadece ona ait olan “iş mührü” denilen simgelerden basılmıştı. Hangi aile bireyine sorsam bunun babamın işareti olduğunu, onun ne kadar önemli bir insan olduğunu ve gittiği yerde bu işareti gören herkesin babamı tanıyacağını söylerlerdi.
Akşam arkadaşlarımla dışarıdayken babamı düşünmekten ve sonunda yapacağımız onca şeyin hayalini kurmaktan hiçbir şeye dikkatimi verememiştim. Bana çok güzel hediyeler alınmıştı, gittiğimiz yer çok güzeldi, kısaca arkadaşlarımla olan buluşma inanılmaz keyifli geçmişti ama benim aklım yine ve yine tek bir şeyi önemsiyordu.
Buluşma çıkışında tüm arkadaşlarıma veda edip mutlu bir şekilde oradan ayrıldım. Arkadaşlarımın hepsi en yakın olduğum kişiler olduğu için onlar da durumun farkındaydılar ve neredeyse benim kadar sevinçli ve heyecanlıydılar. Hepsi bana şans diledi ve her tarafım hediyelerle dolu bir şekilde otobüse bindim.
İnsan doğum gününde toplu taşıma kullanmamalı diye düşünürdüm hep ama hiçbir zaman bu işler değişmezdi. Annem araba sürmeyi pek iyi başaramadığı ve genelde benim gittiğim yerler evimize aşırı uzak olduğu için hayatım boyunca tüm ulaşımımı toplu taşımayla sağlamıştım. Bu sefer de farklı değildi ama umurumda bile olmadı çünkü o gün gelmişti sonunda. Eve, yani bara doğru yaklaştıkça bir şeyler garip hissettirmeye başlamıştı ama pek dikkat etmedim çünkü heyecandan dolayı aklımın bana bir oyun oynadığını düşünüyordum.
Bara vardım ve beklemeye başladım. Saat tam olarak 20.57 idi. O kadar heyecanlıydım ki kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Aklıma tüm olasılıkları canlandırıyordum. Ve bar kapısının çanı çaldı. İçeri tahminen 195 boylarında yapılı bir adam girdi. Üzerinde pahalı olduğunu belli eden kıyafetler ve aksesuarları her ne kadar dikkat çekse de yüzü barın ışıklarının geliş açısı yüzünden görünmüyordu adam iyice bana yaklaştı. Tam yüzü görünecekken tüm ışıklar kesildi ve kan donduran bir ıslık sesi eşliğinde bana doğru yaklaşan gölgeler gördüm. Bilincimi kaybetmeden önce son hatırladığım şey babamın diye bildiğim semboldü.
Uyandığımda çok garip, labirent gibi loş ışıklı bir yerde kendimi buldum. Bulunduğum yer aynı paradoks merdivenlerine benzeyen kan kırmızısı ışıklandırmalara sahip bir şatoydu adeta. Duvarlarda her şekilde asılmış birbirinden farklı tanımadığım insanların kanlı portreleri vardı. Şatonun çatısı olarak adlandırabileceğim yerde de yüzü kısmen tanıdık bir adamın Rönesans tarzıyla çizilmiş, odadaki tüm tablola ve resimlerin aksine üzerinde bir damla bile kan veya herhangi bir kir olmayan bir resmi vardı. Tam o anda cebimde “Hemen beni ara!” yazan bir kağıt parçası buldum. Buruşan kağıtta bir de son rakamı silinmiş bir numara yazıyordu. Kafamı nottan kaldırdığımda tüm tablolar değişmişti, hepsinin gözleri bana bakıyor ve hepsi korkunç bir şekilde gülümsüyorlardı!