Acılarımızdan kaçarken yoruluruz en çok,
Dönüp bakmak istemeyeceklerimizden korkarız.
Hissettiklerimiz bize bir sığınak,
Anılarımız çocukluğumuzdaki bir salıncak,
Peki, elde bunlardan kalmadıysa ne olacak?
Acımasız gerçeklerin ışığı,
Düşmedi bir türlü umudun üstüne
Ve ne olursa olsun duygularımız,
Saklı kaldı beynimizin kafesinde.
Kaçacak yer kalmadığında artık,
Ölüm dayandı kapıya sessizce.
Üç küçük ”tık” ile birlikte,
Teslim olduk masum bir tebessümle.
”Ben o silahın namlusunu kendime çevirecek cesareti topladım doktor, sen daha neyden bahsediyorsun? Diyorum ki, hazırım. Yitip gitmeye, unutulmaya ve hatta unutmaya hazırım. Senin de söylediğin gibi, bu karar belki de hayatımı değiştirecek, ya her şeyimi kaybedeceğim ya da hayal bile edemeyeceğim bir yaşam süreceğim. Doktor, diyorum ki bu sefer kararım kesin.” Söylediklerimi sindirmesi zaman alan beyaz önlüklü, karşımda uzun bir süre ağzı açık bekledikten sonra nihayet kendine gelip kelimelerini toplarladı ve her zamanki sakin ve huzur veren ses tonuyla tane tane konuşmaya başladı.
”Farkındayım, cesaretin var. Ve yine farkındayım, kararın kesin. Ama korkuyorsun. Düpe düz korkuyorsun. Madem bu kadar eminsin ve bu kadar çok istiyorsun, karşımda neden hala oturuyorsun?” Doktorun bu sözleri karşısında kendimi daha fazla tutamadım ve ani bir sinirle yerimden kalkarak baağırmaya başladım, ” Anlamıyor musun doktor? Bugün, lalettayin bir gün değil. Bugün benim en mutlu günüm olacak belki de. Düşünsene ağabeyimin yanına gideceğim, yıllardır anısını yaşatmak için çalıştığım ağabeyimin yanında yaşayacağım.”
Doktor, bu ani çıkışımı bekliyormuş gibi gayet sakindi. Babamın beni terk edip gittiği günden beri tanışıyorduk. Sessiz çığlıklarımı duyabilen tek kişiydi o. Beni benden daha iyi tanıdığını düşündüğüm zamanlar olurdu. Ben yerime geri oturunca saymaya başladı, ”1… 2… 3… 4… 5… 6… 7… 8… 9… 10… Şimdi, sakin misin?” Onu başımla yavaşça onayladım. Sakinleştiğimi görünce yanıma oturdu ve ” Şimdi söyleyeceklerimden sonra lütfen bana kızma olur mu? Seni çok uzun zamandır tanıyorum. Telaffuz bile edemediğin ama yerine süslü cümleler kurduğun ”ölüm” kelimesine ve onun gerçeğine kendini alıştırmışsın, belli. Ona hazır olduğuna kalbini inandırmışsın. Gözler, gerçeği söyler, bilir misin? Gözler, şeffaftır. Kalbini ve hatta beynini bile kandırsan gözerin her zaman gerçeği yansıtır. Az önce kurduğun cümlelerden bir tanesini bile dinlemedim. Aksine gözlerinin söylemek istediklerine odaklandım.” dedi. Bunları söyledikten sonra derin bir nefes aldı ve yavaşça ayağa kalktı. İleri geri yürürken konuşmaya devam etti,” O kömür karası ve şu an meraklı meraklı bakan gözlerin, bütün o süre boyunca bana ne anlattı biliyor musun? Bana ”feryada gücüm yok, feryatsız duy beni, lütfen.” diy fısıldadılar. Sanki senden, senin duymandan ve yapacaklarından korkuyormuşçasına fısıltıyla anlattılar bana demek istediklerini. Kendi hastalığına ”umustuzluk” diyorsun. Fakat hala daha orada bir yerlerde, o boncuk gözlerinin içinde, eski senden geriye kalmış minicik ama çok güçlü bir umut parçası gizli. Az önce abim dediğini duydum. Onunla ilgili ne dediğini tekrar edebilir misin?”
Doktorun söyledikleri karşısında kendimden şüphe etmedim değil, fakat böyle bir anda güçlü kalmalıyım. Eğer şimdi pes edersem, ruhumdaki prangların anahtarını kendi ellerimle denize savurmuş olurum. Kendimden fazlasıyla emin ve özgür bir ses tonuyla, ”Tabii, tekrar söyleyeyim. Belki, ağabeyimin yanına giderim, dedim. Onun anılarını yaşatmaya çalışmak yerine onunla beraber yaşamanın ne kadar mükemmel olabileceğinden bahsediyordum.” Bu sözlerimin üzerine doktor kahkaha attı, ” Şu an karşımda bir yeşilçam karakteri var sanırım. Latife ediyorsunuz, herhalde. Bu kadar dramatik olma lütfen, sakin ol.” Doktor, beni vazgeçirmeye mi çalışıyordu yoksa sinirlendiriyor muydu, çözemedim. Kapıya doğru yürüyerek, ”Neyse doktor haydi selametle.”, dememle birlikte doktoroun kolumdan tutup beni durdurması bir oldu. ”Peki öyleyse, sana bir teklifim var. Bana sadece bir sanş ver ve sana neden o namluyu kendine çevirmemen gerektiğini anlatayım.” dedi ve bir anda sımsıkı sarıldı. Aramızda şu an gelişenler doktor- hasta ilişkisinden farklı bir noktaya gelmişti. Belki de ilk kez muayenehanesinde ona adıyla hitap ettim, ” Aslı… Yapma, böyle.” dudaklarımdan dökülen bu sözcüklerin ardından kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Mavi gözlerinden akan yaşlar, al al olmuş yanaklarını ıslatmıştı. Bana sitemle bakıyordu. Kendini geri çekti ve ellerimden tuttu, ” Asıl,sen yapma! Burada ağabeyinin yanına gitmesi gereken biri varsa o da benim, Cenk. Cem’i kaybettikten sonra bir başkasını görmedi gözüm, ruhum bir başkasına değmedi. Kalbim, bir başkasıyla atmadı. Nefesim hiçbir tende can bulamadı bir daha. Sen de gidersen, seni de kaybedersem ne yapacağım? Bizim birbirimizden başka kimimiz var? Bu sefer, hayatımda ilk kez, bencil olan taraf ben olacağım. Eğer şu an bu kapıdan çıkıp gidersen ben de kıyarım canıma. Kendin için olmuyorsa, benim için olduracaksın. Anca beraber kanca beraber, Cenk. Bu karar belki de hayatını değiştirecek, ya her şeyini kaybedeceksin ya da hayal bile edemeyeceğin bir yaşam süreceksin. Bu sefer diyorum ki sana, eğer tutarsan şu anda elimi, hayal edemeyeceğin bir yaşam süreceğiz. Umutsuzluk kapını çaldığında, kim o demeyi unutup direk kollarına atılmışsın resmen. Lütfen, şu anda bunun farkına var ve kurtar kendini şu illetten. Daha geçen gün kurduğumuz hayallere ne oldu? Ağabeyin için açacağımız sergiye ne oldu? Hani onun adını sanatla yaşatacaktık, hani Cem Özhür ölümsüz olacaktı? Ölüme ölümle cevap vermenin sıfırı sıfırla toplamaktan ne farkı var? Silkelen ve kendine gel. Kendin için yapamıyorsan benim için yapmak zorundasın.” Artık, ikimiz de hıçkırarak ağlıyorduk. Koltuğa geri oturduk ve bir sürre sessizliği dinledik. Kendimden emin bir şekilde girdiğim bu odadan, omuzlarım neredeyse yere değecek kadar küçülmüş bir halde çıkacağımı tahmin etmemiştim. Ama her şeye rağmen pişman değilim. Ama yine de, bazen düşündüğümde bir gün gelir de, yaşarım ben de yine.