Her kasım ayının başında yaptığım gibi bu sefer de dağda kamp yapmak için birkaç arkadaşımla anlaşmıştık. Her birimizi yoğun iş temposu, şehir hayatının griliği mahvediyordu. Oysa ki çoğunu lise yıllarımdan beri tanıdığım bu insanlar ve ben adeta doğa aşığıydık. Öğrencilik hayatımız boyunca bu tarz kampları neredeyse her haftasonu yapardık. Doğada ruhumuzu bulduğumuz bu kamplar bizim yakıtımız gibiydi. Onlar olmadan bir hayat düşünemiyorduk. Ama zaman bizi öyle değiştirdi ki, biz değişmedik, değişmek zorunda bırakıldık.
İş çıkışı yorgun yorgun eve gittim. Önceden kamp için hazırladığım eşyalarımı son kez kontrol ettim. 7 günümü dağda ruhumu beslemekle geçireceğim için içimi şimdiden bir huzur bürümüştü. Her şeyimi aldığımdan emin olunca Ateş’lerin evinin yolunu tuttum. Orda buluşacaktık bizim çocuklarla. Ateş’in 3 tane heyula gibi adamın ve onlara yakın büyüklükteki çantalarının, kamp gereçlerinin bile sığabileceği büyüklükte bir arabası vardı. Çıkacağımız dağ şehrin biraz dışında kaldığından arabayla gidecektik. Ondan sonrasıysa tabanlara kuvvet…
Bizimkiler eve vardığımda çoktan hazırlıklara başlamışlardı. Yiyecekleri Ateş; tabak çanak, temizlik malzemelerini Utku; kamp malzemelerini de ben getirmiştim. Benim de gelmemle yük paylaşımı yaptıktan sonra atladık arabaya çıktık yolumuza. Çevre yolunun çıkışında çevirmeye rastladık. Baya geniş çaplı bir arama yapıyorlardı. Genelde çevirmeler (büyük şehirlerde yaşayanlar alışkındır) her hafta olur bu bölgede ama bu seferki nedense pek ciddiydi. Polisler araçları didik didik arıyorlardı. Bu durum hiçbirimizin hoşuna gitmedi. Kampa gittiğimizden ötürü olabilecek her şeye karşı yanımızda bıçaklar ve bir silah vardı. Bıçakları açıklasak da ruhsatsız silahı kabul etmezlerdi. Üçümüzün de aklında aynı fikir vardı birbirimize baktığımızda. Ateş’e “Yürü!” dememle öyle bir bastı ki gaza koltuğa yapışıp kaldık Utku’yla. Polis bizi asla bırakmazdı o silah yüzünden. Ayrıca öyle her yerde bulunamayacak türden bıçaklar da cabası. Bizim gibiler böyledir işte şehirde geçen her bir dakika bizim için azap, karada yaşamaya çalışan su kaplumbağaları gibiyiz. 7 günlük bir rüyaya tutunarak aylarca şehirde yaşamaya çalışıyoruz. 7 günlük bir rüya için ufak tefek yasa ihlalleri yapıyoruz. Neyse ki Ateş gençliğimizden alışkındı bu kaçışlara.
Dağın eteklerine vardığımızda Güneş son ışınlarını salıyordu Dünya’ya. Arabayı bir köşeye çekip aldık sırtlarımıza yüklerimizi başladık yürümeye. Çadırları koyacak yer bulana kadarki yürüyüşümüzden pek bir şey anlayamadım. Ne zaman şöyle yaklaşık 100 metre yukarıda minik bir göl ve az bir düzlük bulduk attım bedenimi tertemiz yeşilliklere, çektim içime mis gibi dağ havasını. Yaşamak buydu bizce. Doğayla iç içe, zaten doğanın bir parçası olan bir insan nasıl ondan uzak yaşayabilir. Bu delilik! İçimdeki huzur katsayısı git gide artarken önüme bir karaltı düştü. Neler olduğunu anlayamadan kafamda bir acı hissettim ve bilincimi kaybettim.
Uyandığımda gözlerime inanamadım. Soğuk betonun üzerinde Ateş, Utku, ben yan yana uzanıyorduk. İkisi de daha benim gibi yeni yeni ayılıyorlardı. Tam bir şey söyleyecektim ki içeriden konuşanların sesini duyduk. Hemen onları dinlemeye koyulduk. Bir kadın bizi bırakmaları gerektiğiyle ilgili bir adamı ikna etmeye çalışıyordu. Adamsa yanlış kişileri esir aldıklarını fakat bizi bırakırlarsa anında polise gideceğimizle ilgili bir şeyler söylüyordu kadına. Olayı anlamaya çalışıyorduk. Nasıl bir cehenneme düşmüştük böyle? Etrafıma şöyle bir bakındım kimsecikler gelmeden bir umut pencere gibi bir şey bulmaya çalıştım fakat odada hiç pencere yoktu tabii ki. Ama duvardaki başka bir şey dikkatimi çekti. Bir çubuğun ucunda buruşturulup sarılmış bir bayrak vardı. Bu bayrak bizim çocukların da dikkatini çekmişti. Birbirimize baktık. İşte şimdi hapı yutmuştuk. Bu bayrak bir terör örgütünün bayrağıydı. Şimdi gözlerimizi korku bürümüştü. Üçümüz de ne yapacağımızı bilmiyorduk. Birkaç dakika korku dolu gözlerle etrafa baktıktan sonra aklıma gelen şeyle aniden içimi umut sardı. Biz polisten kaçmıştık ve büyük ihtimal bizi takip etmişlerdir. Eğer arabamızı terkedilmiş halde bulurlarsa sağın eteklerinde kesinlikle dağı araştırmaya gelirlerdi. Bu yaptıkları çevirme de büyük ihtimalle buradaki teröristler içindi. Nereden geldilerse artık hükümet haberdar olmuştu işte. Aklımdakileri hemen sessizce anlattım bizimkilere. Biraz daha rahatlamış görünüyorlardı. Gece boyunca öylece oturduk. Dinleniyor olabileceğimiz korkusuyla konuşmadık çok fazla.
2 gün sonra sabaha doğru dışarıdan çatışma sesleri gelmeye başladı. Silahlar, bağırışlar, çağırışlar. Polisler gelmişti, kurtulacaktık. 2 gün aç ve susuz bu odada kaldık. Kimse gelip gitmedi buraya. Ama dışarıda insanların sesleri geliyordu. Ama bu sefer kurtuluşumuzun sesi geliyordu. Ben kurtulacağız diye sevinirken bir anda içeri yüzü kapalı silahlı biri daldı. Beni yakamdan tutup dışarı çıkardı. Kafama da silahı dayaması bir oldu. İşte o an dizimin bağları çözüldü. Hiç hissetmediğim kadar çok hissediyordum korkuyu. Ölümle yaşam arasında bir an yaşıyordum sanki. Kafama öyle sıkı baskı yapıyordu ki silahıyla. Canım yanıyordu. Sonra bir bağrış ve şiddetli bir ses koptu. Yere düşmemle vurulduğumu düşündüm. O an o kadar tuhaftı ki. Yerde birkaç saniye korkuyla yattıktan sonra yanıma birileri geldi. Utku ve Ateş’ti bunlar. Beni silkeleyip kaldırdılar. Şok geçiriyordum. Hiçbir yerim acımıyordu ve bana iyi olup olmadığımı soruyorlardı. Etrafımıza polisler de gelmişti. Ben vurulmamıştım ki. Beni rehin alan terörist vurulmuştu ve büyük ihtimalle ölmüştü. O beni tuttuğu için düşmüştüm. Hala şoktan çıkamamıştım.
Polis memurlarıyla arabada uzunca bir konuşma yapmıştık. Neden kaçtığımızı sordular, kamp için geldiğimizi malzemelerimizin şüphe uyandırabileceğini falan anlatmıştık. Bizim kaçmamız sayesinde günlerdir aranan teröristleri bulmuşlar. Bundan ötürü hiçbir cezaya tabii tutulmadık. Hem onlar bize yardım etti hem de biz onlara yardım ettmiş bulunduk.