Çetin bir kış ayındalardı. Okul çıkışları ailesine maddi destek olmak ve üniversite için para biriktirmek amacıyla çalıştığı fırını kapatıp dizine kadar gelen karın içinde evine doğru yürümeye başladı. Fırın okuluna çok uzak değildi ama evi için aynı şey söylenemezdi. Gecenin karanlığında karla kaplanmış ağaçların, soğuktan artık akmayan, donmuş gölün yanından geçti. Biraz daha yürüdükten sonra tek katlı müstakil evleri görüş alanına girdi. Bacasından çıkan sobanın dumanları yıldızlara doğru yükseliyor, gökyüzünün koyuluğuna karışıyor ve bir süre sonra da kayboluyordu. Pencerelerinin önündeki saksıda duran, yapraklarını dökmüş güller kara gömülmüş, gündüz eriyen karlar çatılarından aşağıya damlarken donmuş, yere kadar uzanan sarkıtlar oluşturmuştu.
Gözü hala uyumamış olan kardeşinin odasının ışıklarına ilişti. Bu saatte çoktan uyumuş olması gerekiyordu oysaki. Kapının önündeki karları ayağıyla itip, kapıyı açtı. Üstüne büyük gelen montunu, kullanmaktan yıpranmış botlarını ve annesinin koyun yünü ipten ördüğü eldivenlerini çıkarıp eve girdi. Annesi akşam yemeğinden kalan bulaşıkları yıkıyor, kardeşi ise sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, sabah annesinin tahtadan yaptığı beşiğin içine bez bebeğini yerleştirmiş sallayarak uyutmaya çalışıyordu. Ablasını görür görmez tahta beşiği eline alıp heyecanla yanına koştu. Gözleri mutluluktan ışıl ışıl parlıyordu. Şimdi anlamıştı ablası, hala neden uyanık olduğunu. Annesinin beşiği nasıl yaptığını anlattı soluk almadan. Küçük kardeşi geri sobanın yanına oynamaya gidince ablası da kendisine ayrılmış yemekleri ısıtıp yemeye başladı. Yemeğini bitirdikten sonra küçükken kanserden kaybetti babasından yadigar kalan cep saatine baktı. Saat on bire geliyordu. Yarın büyük bir gündü, sabah erken kalkması gerekiyordu çünkü geçen ay girdiği üniversite sınavının sonuçları açıklanacaktı.
İyi bir üniversiteye girmek onun için çok önemliydi. İyi bir üniversiteye girecek ve iyi bir meslek edinip kardeşini ve annesini bu yıkılmaya yüz tutmuş, sobayla zar zor ısınan küçücük gecekondudan kurtaracaktı. Kardeşinin hep istediği barbie bebeklerden alacak, annesinin her gün elinde yıkadığı bulaşıklar için bulaşık makinesi alacaktı. Kendisi de küçük bir televizyon istiyordu. Hayalleri vardı ve hayalleri için çok çalışmıştı. Babasının maddi durumlarını zorlayarak aldığı test kitaplarını ikişer kez çözmüş, fırında dinlenme aralarında ders çalışmış, akşamları elektrikleri kesildiğinde mum ışığında çalışmaya devam etmişti. Tabağını yıkayıp yerine koyduktan sonra odalarına yatmaya gitti.
Sabah erkenden güneşin doğuşuyla birlikte uyandı, kardeşini ve annesini de uyandırdıktan sonra hazırlanıp kütüphaneye doğru yola çıktılar. Otobüsle on beş dakika sonra kütüphaneye varmışlardı. Bilgisayarların olduğu kata çıktıktan sonra boş bir bilgisayardan sonuçların açıklanacağı siteye giriş yaptı. Ve işte oradalardı geleceğini belirleyecek cümleler. Annesi ve kardeşi de nefeslerini tutmuş onun cümleleri açmasını bekliyordu. Cebinden babasının cep saatini çıkardı ve elinde sımsıkı tuttu. Derin bir nefes alıp cümleleri açtı.
Önce derin bir sessizlik oldu. Sırayla okumaya başladılar hangi okullara kabul edilip hangilerine giremediğini. Bekledikleri okulun ismiyle başlayan cümleye geldiklerinde ise gözleri sabırsız bir şekide cümlenin sonuna atladı. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. “Kabul edildi” yazıyordu. İdrak etmeleri birkaç saniye sürdükten sonra kütüphane sevinç çığlıklarıyla yankılandı. Binadakilerin bakışları onlara dönmüştü. Avucunda tuttuğu cep saatine baktı. Bir cep saatiydi ama mutlu olduğun zamanı anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu. O an kütüphanede sanki kimse yoktu annesi, kardeşi, kendisi ve babasından başka. Babası da orada onlarla birlikteydi, kalplerinde.