Tamam. Nefes al, nefes ver. Bunu yapabilirsin. Suç hukukunda dönem sonu sınavına giriyordum. Soruları okumuştum ve başlama iznini bekliyordum. Zor değildi, hayır. Ama kalırsam, o zaman eyvahlar olsundu. Ailem beni buralara bin bir zorlukla göndermişti ve sınavdan kalırsam beni çiğ çiğ yerlerdi. Harika. Sınavdan kalırsan neler olacağını düşün de daha çok stres yap. İleri seviye anksiyete bozukluğum vardı. Kendimi güvende hissettiğim tek zaman başkalarının güvende hissetmesini sağladığım zamanlardı. Hep avukat olmak istemiştim, suç hukukunun varlığını öğrendiğimde de benliğimin bir parçası haline gelmişti. Kısa zil sesiyle kendime geldim ve düşüncelere daldığımda gevşeyen kalem tutuşumu dikleştirdim.
Dört soru vardı. Zaman geçtikçe kafam karışmaya, nefesim tıkanmaya başladı. Üçüncü sorunun kelimeleri anlamlarını yitiriyorlardı. Ve sonra hissettim: basıncı midemden çeneme kadar hissettim. Bu son demişlerdi. Hayır, bir daha olmaz. Hayır, hayır, hayır.
Uyandığımda hastanedeydim. Belki bu sefer ziyaretçi koltuğunda oturan yakışıklı bir çocuk vardır diye yana döndüm ama tabii ki yoktu. Bir kere de gel yani bak bu kaçıncı hastanede uyanışım yine yanım boş. Sağlıklı bir vücudum yoktu. Sıradan bir günün ortasında sokakta pat diye bayılabilir veya yürürken düşüp baştan aşağı kana bulanabilirdim. Her hafta bir-iki kere hastaneye getirilirdim. Ama büyük, kasvetli Cambridge’deki tek arkadaşım Dr. Cohen burada çalıştığı için şikayet etmezdim. Bir de Simone vardı ama o Ely’da, kasabadaydı. Ben Hollanda’da doğup büyümüştüm. Ailem hala oradaydı. Her hastaneye yattığımda gelmeleri zaten mümkün değildi. Ben de bu yüzden Dr. Cohen’u aileme haber vermemeye ikna ederdim. Ama bugün buna harcayacak gücüm yoktu. Zaten Doktor bu sefer ikna olmazdı.
Durumun ne kadar kötü olduğunun farkındaydım. Doktor’un kaldığım odaya girerken saklamaya çalıştığı endişe de ne kadar battığımı gösteriyordu. Yine de onu her zamanki neşemle karşıladım. “Doktor Cohen! Bu habersiz ziyaretimi mazur görünüz. Sizi çok özlemiştim dayanamadım.” Oldukça sıradan bir günmüş gibi gülümsedim. “Çay almaz mıydınız?”
Doktor’un yüz ifadesi sertleşti. Doktor mutlu bir adamdı ve etrafındaki gerginliği nasıl dindireceğini çok iyi bilirdi. Onu ciddi ve endişeli görmek beni rahatsız ediyordu. “Sorunun ne olduğunu biliyorsun, değil mi?” İç çekip başımla onaylar bir hareket yaptım. Biliyordum. Sorun üç kere kalp krizi geçirmiş olmamdı. Ve sorun bir daha olduğunda kurtulma imkanımın olmamasıydı. Sorun ne zaman geleceğini bilmediğimiz ölümümdü. Ben farkında olmadan gözlerim dolmaya başladı. Aslında ağlayan bir tip değildim. Ben ortamdaki, Hollanda’da yani, her şey hakkında şaka yapan, destekleyici ve hep mutlu kişiydim. Ama işte gözyaşlarım akmaya başlamıştı bile. “Ölmek istemiyorum Doktor.” dedim fısıldayarak. Zaten tutamadığım gözyaşlarımın hıçkırıklara dönüşmemesi için çok çaba sarf ediyordum.
Doktor ağlamamak için ne kadar uğraştığımı görünce kaşlarını çattı ve tek kelime etmeden çıktı. Sağ ol ya. Birkaç dakika sonra, artık haykıra haykıra ağlıyordum, hemşirelerden biri geldi ve bana bağladıkları makineleri kontrol etti. Sonra bana birkaç çeşit hap verdi ve yatağımın yanındaki bardağa biraz su doldurdu. Sanırım verdiği haplardan biri sakinleştiriciydi çünkü gözyaşlarım dindi ve biraz rahatladım. Hemşire bir süre daha yanımda kaldı ve saçlarımı okşayarak hoş bir ezgi mırıldandı. Zaten biraz sonra uyuyakaldım.
Farklı bir hemşire tarafından uyandırıldım. Neredeyse beş buçuk saat olmuştu. Hemşire bana nazikçe gülümsedi ve kalkmama yardım etti. Bugün herkes fazla nazikti ve içten içe, pek dışa vuracak halde değildim, bu oldukça hoşuma gidiyordu. “Hadi gel bakalım,” dedi hemşire, “Doktor Cohen ve ailen seni toplantı salonunda bekliyor.” Ailem? Gelmiş miydiler? İçimi bir heyecan dalgası kapladı. Hemşire bana bağlı olan bütün kabloları çıkarmasını bekledim ve birlikte –daha doğrusu ben ona yapışmıştım, o da beni yönlendiriyordu- toplantı odasına gittik.
Doktor elindeki kağıtları tekrar kontrol ediyordu. Zaten durmadan birilerinin raporlarını okurdu. Konuşmasından, ki sesi oldukça kısıktı, birileriyle telekonferans yaptığı belli oluyordu. Kenardaki koltuklardan birinde annem ve babam oturuyordu. Babam çok bitkin gözüküyordu. Annemin gözleri şişmişti. Ben daha onların niye geldiğini kavrayamadan gelip eni aralarına hapsettiler. Bir süre öylece kaldık. Doktor’un hafifçe öksürmesiyle ayrıldık. “Lütfen oturun. Birkaç meslektaşım yoldalar, onlar gelince başlarız.” Ne olduğunu takip edemesem de itiraz etmeden sandalyelerden birine oturdum.
Yaklaşık yedi dakika içerisinde Doktor’un bahsettiği adamlar geldi. Hepsinin ciddi yüz ifadeleri vardı ve asla konuşmuyorlardı. Herkes yerini alınca Doktor ayağa kalktı ve konuşmaya başladı: “Bu ani toplantı talebimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Uzatmadan konuya gireceğim. Bu, hastaneyi sık ziyaret eden hastalarımdan biri. Adı Eli van Dijk. İki yıldır İngiltere’de hukuk okuyor. Öncesinde Hollanda’daydı. Eli’nin hasta raporlarında Hollanda’dayken birkaç inme ve çok önemli olmayan bir kalp krizi geçirdiği belirtilmişti. Buraya geldikten üç ay kadar sonra bir tane daha geçirdi. Bu seferki küçük değildi. Eli’ye yaptığımız testlerde kalbinin yeterince güçlü olmadığını gördük. Özel bir diyet ve egzersiz programına girdi ve sonraki altı ay boyunca kalbinin gittikçe güçlendiğini gözlemledik. Eli programı bıraktı ama spor yapmaya devam etti ve fazla yağlı yiyeceklerden uzak durdu.” Doktor, salondakiler notlarını tamamlayana kadar bekledi ve devam etti:
“Eli dün bir kriz daha geçirdi. Kalbinin tekrar yetersizleştiğini fark ettik. Elbette yine bir programa başlayıp hayatının sonuna kadar bu programa devam ederse hayatta kalabilir. Ama kalbi ani bir çöküş yaşayabilir ve Eli bir anda ölebilir de. Bunun riskini almaktansa başka bir risk almak istiyorum. Tehlikeli olacak ama imkânsız değil.”
Salondaki adamlardan biri sessizce “Kıza kalp nakli yapmak istiyorsunuz.” dedi. Salondan mırıltılar yükseldi. Herkes defterlerine bir şeyler karalamaya, birbirleriyle tartışmaya ve bana endişeli bakışlar atmaya başladı. Ben, annem ve babam da birbirimize iyice sokulup salondaki doktorlar şurasından çıkacak kararı bekliyorduk. Biri “Bu mümkün değil! Kızın vücudu zayıf ve seçici. Uyumsuz bir organ naklederseniz kabul etmez. Çekeceği acıyı bir düşünün!” diye seslendi. Bir başkası onu “Tam uyumlu bir kalp bulmak yıllar alır. Bu sürede başka bir kriz geçirmesi çok muhtemel. Reddediyorum!” diyerek onayladı. Niye b kadar hengâme çıkardıklarını anlayamamıştım. Hayır, tamam konu benim hayatım ve önemli de bir şey ama niye bağırıyorsunuz?
Doktor, sinirli adamları ve kendisine destek verenleri yatıştırdı. “Sizi buraya çağırmamın nedeni fikrinizi almak değildi. Süreci hızlandırabilmemiz için yardımınız ihtiyacımız var. Burada fikri önemli olan sadece bir kişi olduğunu hepimiz biliyoruz.” Dedi sakince. İşte o an salon sessizliğe büründü, büyün bakışlar üzerimdeydi. Babam kolumu biraz fazla sıkıyordu. Derin bir nefes aldım. “Pekâlâ,” dedim, “Eğer seçeneklerim programa girerek ölmek ve kalp değiştirerek ölmekse… bir daha o kadar fazla yeşillik yememeyi seçiyorum.” Kollarım iki yana açtım. “Kalbimi değiştirin.”
**
Anlaşılan çok seçici vücuduma uygun bir kalp bulmak oldukça zordu. Bir ay önce hastaneden çıkmış ve –ne yazık ki- yeni bir programa girmiştim. Bana kalp bulunana kadar böyle yaşayacaktım. Suç hukuku sınavına tekrar girip geçmiştim ve sonunda okula geri dönmüştüm. Gerçi kullandığım ilaçlar derse odaklanmamı zorlaştırıyordu ama elimden geleni yapıyordum. Stres bozukluğum için de terapiye başlamıştım, zira Doktor stresimin kalp krizlerimde büyük bir rolü olduğunu söylemişti.
Hayatımda çok şey değişmişti ama zamanla alışıyordum. En azından Mart’ın ortasına kadar böyle düşünüyordum. Ayın 17’siydi, saat ikiydi ve tuhaf bir şekilde hava güneşliydi. Sonrasında ise pek bir şey düşünecek vaktim olmadı, çünkü basıncın midemden çeneme doğru arttığını hissediyordum.