Her şey çok hızlı gelişti, kendime geldiğimde havaalanındaydım. Havaalanın girişinde yere uzanmış ve soğuktan büzüşmüş bir haldeydim. Olanları hatırlamaya çalışırken gözlerimi kapadım. Hatırlmak için uyguladığımız çok yaygın bir yöntem sanırım. Kendimi, odaklanmak için çok zorladım. Yaşadığım son üç gün üç asır gibi geçmişti. Olaylar en başından itibaren zihnimde sıralanırken ellerimi saçlarımın içine daldırıp yine kendimden geçmemek için biraz çekiştirdim. Gözlerim havaalanının girişinde gezinirken dizlerimi kendime çektim. Bunun ülkeyi terk etmem için son uyarı olduğunu varsayıyordum. Üç gün önce bulduğum kağıda ve kağıtta yazan adrese gidişime lanet ediyordum.
Kütüphaneden bir hışımla çıkan siyah kaşe montlu adam omzuma çarparak yanımdan geçti ve bir ‘Afedersiniz.’ deme zahmetinde bile bulunmadı. Tam bağırmaya başlayacaktım ki kucağında sıkı sıkıya tuttuğu kitabın arasından bir kağıt parçası süzüldüğünü fark ettim. Birkaç adım atıp kağıdı yerden aldığımda adam çoktan köşeyi dönerek gözden kaybolmuştu. Kağıdın üzerinde yazı olan yüzünü çevirdiğimde bir sokak adı seçebildim. Sanırım bir adres yazıyordu. Ve sağ alt köşede bir saat vardı, buluşma saati olduğunu tahmin ettim. Yazanları biraz daha incelediğimde bir şifre olduğunu fark ettim. Aklıma polisiye filmlerinden birkaç sahne gelirken kağıdı orada bırakıp yoluma devam etmek güzel bir fikir gibi görünüyordu. Ama tabii ki vicdanım buna el vermeyecekti. Polisiye filmleri beni mi bulacaktı sanki? Muhtemelen basit ama adam için gerekli bir şifreydi. Ertesi gün o saatte buluşma yerinde olup kağıdı teslim etmeye karar verdim. Hayatımda verdiğim en yanlış karardı. İyilik yapıp denize atmaya çalışırken iyilik yapıp denizde boğulmuştum.
Ertesi gün adresi bulmak için bir süre dolandım. Bulduğumda ise yine bir kütüphanenin önündeydim. İçeri girdiğimde bana dönen on adet namlu vardı. Nereye düşmüştüm ben? İçeriye şöyle bir göz gezdirdiğimde dışarıdan çok güzel bir kütüphane gibi görünen mekanın aslında bir kumarhane olduğunu fark ettim. Canımın derdine düşmüş açıklamaya yapmaya çalışırken titrek ellerimle kağıdı göstermeye çalıştım. Adamlar söylediklerimden hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakıyorlardı. Kendi aralarında konuşmaya başladıklarında anladım ki aynı dili konuşmuyorduk. Bağırışları duymuş olacak ki patronları olduğunu tahmin ettiğim br adam odaya girdi. Pis işlerini yürüttüğü bir mekana yabancının tekinin girmesi elbette canını sıkmıştı. Bana ve adamlarına bağırırken kapıdan siyah kaşe montlu adam girdi. Patronun gözlerindeki alevlerin yeni hedefi oydu. Ne yazık ki sadece bakışlarını değil silahını da doğrultmuştu. Gözlerimin önünde akan kan süzülürken beraberinde kurtulma umutlarımı da götürüyordu. Adam patronuna yanlış yapmıştı ve ölmüştü. Ben ise görmemem gereken şeyleri görmüştüm ve benim sonum da muhtemelen ölümdü. Titreyerek ağzımı açtığımdaa hıçkırıklarımdan konuşamamıştım. Adamın bakışları beni buldu ve bağırmaya başaldı: “Pasaportunu göndereceğim, yarın ülkeyi terketmezsen senin için yapabileceğim başka bir şey yok. Eğer polise gidersen seni öldürmem sana yakınlarının ölümünü izletirim.“
Eve korku içinde vardğımda kapıyı kilitleyip sırtımı kapıya yasladım. Gece boyunca uyuyamadım. Sonrasını hatırlamıyorum, gözlerimi burada açtım. Belki onlara bir zararım olmadığını anlarlar ve benim peşimi bırakırlar diye düşünmüştüm. Şimdi görüyorum ki çok yanlış düşünmüşüm. Üzerinde oturduğum ceketi kendimle birlikte kaldırırken ceketle birlikte ruhumu da sürüklüyordum. İkisi de arkaya meyilliydi. Geriye, geride bıraktıklarına…
https://www.torontopubliclibrary.ca/perthdupont/