Yeni, kalabalık ve heyacandan yerinde duramadığın bir ortama girdiğinde kendimizi nasıl tanıtıyoruz?
İlk olarak ismimizi söyleriz hemen ardından ise mesleğimizi. Peki birine ‘’Kendinizi işinizi söylemeden tanıtır mısınız lütfen?’’ Dediğimiz zaman her daim şahit olacağımız manzara, bocalama olur. Kimi sadece susar, kimi mesleğini söyleyemediği için ani bir şekilde evli ve çocukluyum kısmına geçiş yapar.
Peki biz gerçekten kimiz? Ys da neyiz diye mi sorsam? Biz mesleğimiz miyiz? Ya da büründüğümüz bir sıfat, özellik…?
Kendimizi tanımıyoruz bile. Kendimize bir kere dahi ‘’Ben kimim?’’ diye sormadık. Aslında bizlere göre, bunu sormaya gerek dahi yok, ya da hiç uğrumuzda bile olmadı. O kadar çok şeyle uğraşıyoruz ki… Belki de gerçekten mutlu olup olmadığımızı bile sorgulamadık hiçbir zaman. Kafamızı biraz çevirip etrafımıza baktığımız zaman, askında herkesin aynı toz bulutunda kaybolduğunu görüyoruz ve diyoruz ki ‘’Hayat böyle akıyor, düzeni bu. Yapacak bir şey yok.’’ Bu aynı zamanda rahatlatıyor da bizi. Hepimiz çevremizdekiler kadar mutsuzuz, dolayısıyla sorun yok. Sanki olması gereken şey buymuş gibi, duygularımızın derecesini bile toplama göre belirliyoruz.
Bütün günümüzü modern bir hapishanede geçirebiliriz. Peki bu mutsuzluktan vazgeçebilir miyiz? Tabii ki hayır, çünkü tek bildiğimiz bu, kurlu düzen ve hayat. Başka ne yapabiliriz ki? Kimse sokakta çırılçıplak kalmak istemez. Belki de bu yüzden mutsuz olmak daha iyidir.
Her şey biraz fazla aynı ve rutine binmiş bir şekilde ilerliyor. Gözlerimiz açık ama aklımız bulanık. Sadece, yönetemediğimiz hayatın kölesi olduğumuzu bildiğimiz kabustan uyanmak için açarız gözlerimizi. Bıraksalar on altı saat uyuruz. İş yerinde, okulda kulaklarımızı tırmalayan bir ses olur hep. Tak tik tak tik, sürekli bakarız bu saate. Bitse de gitsek…
Ben ne yaparım?
Her sabah, gözlerimi hafifçe aralayarak elimi masaya uzatırım. Çalar saatin sesinden her daim nefret ettiğimden ötürü yere fırlatırım ve tam da o an dünya birkaç saniyeliğine de olsa sessizleşir. Bir gün önce silemediğim korkutucu makyajımı temizlemek için sıcacık yatağımdan kalkıp ayaklarıma terliklerimi geçirip banyoya yönelirim. Makyajdan dolayı acıyan gözlerim, pencereden sertçe süzülen altın rengi güneş ışıkları ile beraber daha da çok kamaşırdı.
Aynaya baktığım zaman, karşımda bana nefret dolu gözlerle bakan biri dururdu hep. Bu kişinin, aslında benimle aynı ruhu ve bedeni taşıdığına inandıramazdım kendimi. Sanki akan makyajım yüzümü kopkoyu bir renge boyamıştı. Gözlerim ise yorgunluktan kan toplamıştı. Ne berbat bir renk cümbüşüydü. Yüzümde ruhumun parmak izleri vardı adeta.
Her sabah kalktığımda aynı şeyleri yapmak, artık canımı sıkmaya başlamıştı. Cansız ve renksiz olan odam da canımın sıkılmasının büyük bir etkeniydi tabii. Her defasında ‘’Bugün, diğerlerinden farklı olacak.’’ desem de gözlerimi açtığımda gördüklerim hep aynıydı. Gün içerisinde tükettiğim su miktarı bile değişmiyordu. Aynaya bakmak korkutuyordu artık beni…
Canıma tak ettiği an her şeyi değiştirmeye karar verdim. Odam, kıyafetlerim, işim ve daha fazlası. Yolun sonuna geldiğimde aynaya döndüm tekrar. Bu sefer ban gülümseyen biri vardı karşımda. Daha mutluydu. Mutsuzluklarının gözlerine bakabiliyordu artık.
Aynalardan kaçmadan bakabilir misin gözlerinin içine?