Birçok kişi bu dünyada bir tanrının olduğunu düşünür, inanır. Bu inanç masallara, öykülere yansımıştır ancak kimse çiçek ve onun arkadaşlarının zavallı hikayesinden bahsetmemiştir. Güneş ve çiçeklerin hikayesinde; her sabah doğan güneşin, umutsuzluğu alıp götürdüğü herkesin dilinde olsa da o güneşin arkasında bıraktığı felaketler çok kolay unutulmuştur. Her akşam karanlığın içinde kaybolan çiçekler sabaha kadar kalan saniyeleri, dakikaları sayardı. Çiçekler, gündüz çıkan güneşi kendileri için kurtarıcı olarak görürdü. Sabah olduğunda kâbuslarından uyanan çiçekler neşe ile kaplanır, uyanan güneşi çok büyük bir heyecanla karşılarlardı. Güneş bu güzel karşılamalara yanıt olarak hepsinin dertlerini dinler yardımcı olmaya çalışırdı; her birini saatler boyunca ışığıyla dans ettirirdi. Sonun başlangıcı olan bu güneş uyanır, her sabah çiçekleriyle konuşurdu. O sabah, çiçekleri tek bir ses bile duymadı.
Çiçekler, güneşin sesini duymadıklarını hemen fark etmedi, hala gecenin içinde olduklarını zannettiler. Böylelikle, sadece bir gece sandıkları uzun geceler ve gündüzler boyunca kâbuslarından uyanmayı bekledi zavallı çiçekler. Bir noktadan sonra bir çiçek ortaya çıktı ve “Nerede bu güneş!” dedi, arkasındaki bezmiş çiçeklere. O zaman anladılar güneşin çoktan onları terk ettiğini. Umutsuzlukla karanlıkta süzülen çiçeklerin birçoğu bu uçsuz bucaksız kabusların içinde kendiliğinden solup gitti. Bazı çiçekler ise kendilerini o kadar kaybettiler ki o kaybolan ışığı birbirlerinin içinde aramaya çalıştılar; lakin o ışığı bulmaya çalışırlarken kendilerine hiç telafi edemeyecekleri kadar büyük zararlar verdiler.
Güneş dünyaya müdahale etmiyordu, çiçekleri kendileriyle baş başa bırakmıştı. Her günü aynı gören çiçekler artık güneşin gerçekten var olup olmadığını bile sorgulamaya başladılar; çiçeklerin dertlerine çare bulan güneş nasıl olurdu da onlara bu kadar acı çektirebilirdi? Kendilerine eziyet eden bu dünyada olmanın manasını aramaya çalıştılar; lakin sadece havanda su dövüyorlardı. Karanlığın nedenini sorgulamak bile istememişlerdi çünkü zaten çok yorulmuşlardı. İçten içe biliyorlardı karanlığın nedenini ancak bu suçu güneşe atmak daha kolay geliyordu çiçeklere. Kâbuslarını, oluşturabilecekleri yeni kötü rüyalardan kaçmak için kullanıyorlardı. Kâbus üstüne kâbus yaratarak yığın haline gelen kâbuslarını görünmeyecek hale getirmeye çalışıyorlardı lakin bu yöntem kâbuslarını daha dayanılamaz bir hale getiriyordu. Çiçekler, kâbusların içinde kaybolmamanın tek yolunun kendilerine tutunmak olduğunu göremeyecek kadar kendilerini körleştirmişti.
Asırlar boyunca birbirlerine bile bile zarar vermeye devam eden çiçekler içinde bulundukları dünyayı bile, kokuşmuş ruhlarıyla mahvetti. Çiçekler, asıl şeytanlar kendileri olmasına rağmen tüm suçu güneşe atarak şeytanın güneş olduğuna kendilerini inandırmışlardı.