Tatlı mı tatlı bir rüya ile ödüllendirmeyi seçmişti beni bu sabah bilincim. Gerçi sonu gelmez anılar kütüphanesinin unutulmuş raflarının birindeki tozlu bir kitaptan çıkagelmiş bu nadide rüya ile beni ödüllendirmeyi mi cezalandırmayı mı seçmişti emin olmak zordu. Kötü anıları hatırladığımda içimi kaplayan evvelki beni şimdiki ben haline getirmelerine karşılık hissettiğim minnet duygusu ile yüzleşmek, güzel hatıraların bir daha yaşanmayacağını anımsamaktan daha kolay gelir bana, bu sebeptendir ki ne zaman güzel hatıralar zihnimi meşgul etmeye kalksa içimi derin bir hüzün sarar.
Ansızın içimde baş gösteren gözlerimi yeteri kadar sıkı kapatırsam tekrar rüyama dönebileceğim düşüncesiyle uyanık olmama rağmen birkaç dakika boyunca gözlerimi açmayı reddettim. Tabii ki bu çocukça planım Murphy’nin “Herhangi bir şeyin olma olasılığı, arzu edilirliğiyle ters orantılıdır.” Kanununu* haksız çıkarmayacak şekilde olumsuz sonuçlandı ve göz kapaklarımı aralamaya mahkûm oldum.
Gözlerimi açtığımda ise gördüklerime inanamadım. Yıldızlar çoktan intihara başlamış, ay ise görünürde yoktu. Bu kadar geçe kalmama hayret ederek balkona doğru birkaç adım atıp annemin göz rengine benzeterek almış olduğum yosun yeşili perdeleri araladım. Güneşin ilk ışıkları göğü yırtarcasına İstanbul’a vuruyor, fikrimce özünde pek bir güzelliği bulunmayan bu şehri Cahit Sıtkı’nın gözünden görmenizi sağlıyordu.
Her gün düzenli olarak gerçekleştirmek ile yükümlü olduğum bazı insanı aktiviteleri yerine getirdikten sonra 6 yıl önce almış olup maddi imkânım olmasına rağmen değiştirme gereği duymadığım bilgisayarımı dergilerin yeni yazı isteyip istemediğini kontrol etmek amacıyla açtım.
Çocukluğumda yazdığım günlükler ile başlayan yazma serüvenim birkaç yıl önce bir dergi editörünün annemin sosyal medya duvarında paylaştığı bir yazımı görüp kalemimi ilginç bulmasıyla ciddi bir hal almıştı. O zamandan bu yana çocukluğumda benim için su içmekle eşdeğer bir ihtiyaç olarak gördüğüm yazma eylemi ile geçimimi sağlıyor, çoğu zaman ihtiyacımdan fazla kazanıyordum. Son zamanlarda ise anlam veremediğim bir şekilde, belki de yazmayı istediğim için değil de yazmaya zorlandığım için yazı yazmamdan kaynaklanan bir edebiyattan soğuma içerisindeydim. Eleştirmenler her geçen gün eserlerime daha olumlu dönüt verse de ben kendi yazılarımı okurken eski aldığım tadı alamıyor kendi kendimi samimiyetsiz buluyordum, insanlar ise bendeki bu değişimin yazılarıma yansımasını göremiyor gibiydi.
E-postalarımı hızlıca gözden geçirmeyi bitirip günlerdir abanoz kahve masamın üzerinden ayrılmamış ceketimi omuzlarıma alarak evden dışarı adımımı attım. Birkaç kayda değer teklifi gözden geçirmiş olsam da Beşiktaş’ın mütevazı sokaklarında yürürken aklımı meşgul etmeye değer gördüğüm tek teklif bir öykü teklifiydi: Mülteci bir kız çocuğunun bir gününü onun gözlerinden anlatmamın istendiği bir öykü teklifi. Her adımda öyküme bir kemik eklemiş, iskelede hafif bir yürüyüşün ardından ise öykümün iskeletini oluşturmayı başarmıştım. Bu hikâyemde de gönülden inanıp zamanla ilkem haline getirdiğim “İyi bir hikâye bittiğinde başlar.” düşüncesini vurgulamak istediğimi fark ettim.