Yorgundu. Hem bedenim hem de ruhum. Sanki dokunduğum her şey birer birer soluyor ve ben de buna izin veriyordum. Ellerimin titremesine alışkındım ama vücudumun titremesine daha yeni yeni tanıklık ediyordum. Gözlerimin altındaki insanların gözüne “Bakın, ne haldeyim!” izlenimini veren mor halkalar belki de en son ilgileneceğim şeydi. Başımı kaldırdım. Gökyüzüne sonra denize baktım. İhtişamlı boğaz işte tam da karşımdaydı. Mavi mor karışımı gökyüzü “Yanıma gelsene!” dercesine yansıyordu bana. Aralarında pembelikler saklayan beyaz bulutlar bir kez daha ortadan kaybolma hissimi tetiklemişti. Yine o nostaljik ve gizemli İstanbul sarmıştı beni eski püskü deniz kokusuyla… İçime çektim o havayı. Dumanların veya şehrin kalabalığıyla harmanlanmış o yoğun ses, kulaklığımda çalan “Can’t Help Falling in Love” şarkısını bile bastırıyordu. Ah, Elvis Presley…. O tok ses benliğimde açılan yaraları birer birer kapatıp beni 80’lere götürüyordu.
Gözlerimi açtım, havayı bir daha soludum. Ciğerlerime dolan hava bana bitmiş gitmiş bir çilek bahçesini anımsatıyordu. İlginç, çünkü insanlar her zaman İstanbul’un onlara canlılık verdiğini söylerler ama tam aksine ben beni sarhoş edip mayıştırdığını düşünüyorum. Ama… Bileklerimin acısı kendini göstermişti işte. Yine bendim bu. Hayallerinin ve duygularının yoğunluğundan boğulmuş ve yüzeye çıkmak için bileklerini kanatan ufak bir kızdım. Zihnim ve kalbimin arasında bir yerlerde kaybolmuş ben.
Adımlarımı kaybolmak istediğim sokaklara çevirdim. Yüzümde buruk bir gülümsemeyle insanlara “Ben iyiyim. Siz nasılsınız?” der gibiydim ama içimde yaşlı ve acı çekmiş bir kadıncağızın ruhunu barındırıyordum. Kahve saçlarımın arasında sanki beyazlar varmış ve ellerim buruşmuş gibi hissediyordum. Gözlerimde ilk günkü gibi bir gülümseme kalmamıştı. İnsanları yararak ilerliyordum. Şarkı bitmiş yerini bambaşka içinde kaybolmak istediğim melodilere bırakmıştı. Arnavut kaldırımlarından ve anıtlardan anladığım kadarıyla Taksim’deydim. İçine düştüğüm ve kaybolduğum şehrin belki de Beyoğlu’ndan sonra en gizemli semtiydi. İnsanlar… Bambaşka hayatlar, bambaşka duygular. Peki ben? Neydi bu hissettiklerim? İçimde anlam veremediğim patlamış volkanlardan ölü bir bitkiye dönüşmem belki de saniyelerimi aldı. Beynim bana oyun oynuyordu sanki. Tesadüf işte! Aniden bir cadde fark ettim. Sağımda, upuzun ve kitaplarla dolu. Belki de tek ihtiyacım benim gibi kelimelerle kendine ve aşkına teselli bulan insanlarla tanışmaktı. Cümlelerin her bir virgülünde kendini başka bir yarımdan diğerine atmak isteyen benliğim o caddeye girmemi sağladı. Ya üçüncü ya da dördüncü sahafta durdum. Aylardır aradığım kitabı sonunda Taksim’in arka sokaklarındaki bir sahafta bulmuştum. Bakakaldım. Aynı gün büyük bir heyecanla kitabı okumaya başladım. 23. sayfaya geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir not buldum. Kendimi kaybettim. Her bir harf beni başka bir hiçliğe, bir karmaşaya sürüklüyordu. Islık sesleri duyuyordum sanki. Bir uğultu… Umutsuz ve çaresiz… “İrade varsa, umut da vardır.” Kalıbının dışında bir nottu bu.
Defalarca okudum. Ellerimi o eski yazının üstünde gezdirdim. Sanki uzun zamandır hissettiğim o eksikliği bir saniye de olsa kapatabilmişti bu not. Onun yokluğunda içinde kaybolduğum ve karanlık olan anılara bir ışık tutmuş ve bir kez daha içimde bir oyuk oluşmuştu.
“Bağımlısı olduğunuz bir insanın yokluğunda kim olduğunuzu unutmayın. Aksi takdirde her nefes alışınızda bir kez daha yok olacak bedeninizin üzerinde bıraktığı izler de silinecektir. Kaçmayın, kaçmayın ki size geri dönsün. Hatırlamayın ki kalbiniz yara almasın. Ancak tek bir şey var; eğer ruhunuzu tamamı ile bu insana teslim edip, kanatlarınızı paslanmış zincirlerle kesmesine izin verdiyseniz; işte o zaman hayata gözlerinizi yumabilir ve kendinizi yaşamaya mahkûm olduğunuz hiçliğin içine bırakabilirsiniz.”
Bitmişti. O gün, o saniyede… 23. sayfanın kenarında yazan not benim kendime söylemeye cesaret edemediğim ve kendimi kandırmaktan vazgeçmeyip söylediğim yalanları tuzla buz etmişti. Hayallerim onlar bile kalmamıştı. Ruhum yalvarıyordu sanki bana. “Gidelim.” diye. Neler başarıp gelmiştim aslında buralara. Gerek düşüp ağlamıştım gerekse mutluluğumu paylaşmak için bir dal aramıştım. Ama bitmişti işte. Hayallerimin ışığı sönmüştü. “Sensiz gidemem.” Dedim kendi kendime. Hala onu bekliyordum. O lanet olasıca umut bitmemişti. Ben bitmiştim, gücüm bitmişti ama ümidim bitmemişti. Karar verdim. O gece son kez gökyüzüne baktım. Son kez âşık olduğum, büyüdüğüm ve defalarca kez bilmeme rağmen kaybolduğum sokaklarına baktım İstanbul’un. Acılarımı, gözyaşlarımı, kahkahalarımı ve en çok da ruhumu paylaştığım is dolu şehre baktım. Teşekkür ettim. Beni koruyup kolladığı için. Belki de tek bırakıp gitmeyen o olduğu için. Hep düşüncelerimle kaybolduğum denize baktım. Mavi sandığım ama içinde siyahların en karanlığını barındıran deniz bendim işte. Korkularımla, gururumla ve yaşamımla o koyu siyah bendim.
O gece son kez yatağıma yattım. Özür diledim. Başaramadığım ve tutunamadığım için. Hem ondan hem Tanrı’dan. Sonunda onun hayaliyle kendimi kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir hazla hiçliğe, sonsuzluğa; ruhumu teslimiyete bıraktım. İstanbul’un o eski nefesi beni içine çekmişti. Özgürdüm. Özgürdük. İkimizde…