İstanbul; masal şehir. Bir çok hikayeye konu olmuş ,Roma ,Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu ile tarihte adı geçmiş, sanki içine mücevher dökülmüş gibi ışıl ışıl parlayan deniziyle insanları kendine hayran bırakan muhteşem şehir…
Avrupa ve Anadolu yakasını birleştiren Marmara ve Karadeniz’in buluştuğu bu muhteşem şehrin dili olsam; son yıllarda yaşadığım ikilemleri paylaşırdım tüm dünya ile. Bir yandan sahip olduğum güzellikler, öte yandan daha da çok insana kucak açabilmem için içimde barındırırken kaybettiğim ormanlarım. Onların içinde yaşayan ve insanlara yer açmak için alıştıkları yerden kopup, kıyılara- köşelere sığınmak zorunda kalan diğer canlılar.
Ben İstanbul; sahip olduğum doğal güzelliğimle, ormanlarımla, denizlerimle, tarihi yerlerimle, eğlence mekanlarımla, köprülerimle, tarihi binalarımla dünyanın sayılı güzellikteki şehirlerinden biri oldum. Tüm bu güzelliklerle gurur duyarken bugün alışmadığım bir şekle bürünmek ve sahip olduğum bu güzelliklerin bir kısmını kaybetmek beni çok ürkütüyor. İnsanların rahat ve keyifli yaşayabilecekleri sitelerde, rezidanslarda oturmaları beni de mutlu eder. Daha çok insanı içimde barındırmak, iş olanakları açılması değil beni ürküten. Tüm bunlar yapılırken ciğerlerimin yani ormanlarımın hızlı bir şekilde gelecek düşünülmeden yok edilmesi ve onların, içinde yaşayan canlıların sığınabilecekleri alanların daralması korkutuyor beni.
Ben İstanbul; Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İstanbul Destanı şiirindeki gibi. Anılmak istiyorum.
”İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuşİstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu’da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul’a
Gülcemalle gelirİstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Şehzadebaşı’nda akşam üstü
Sepetin üstünde üç tane mum
Bir kız yanaşır insafsızca dişi
Boyuna bosuna kurban olduğum
Kalın dudaklarında yapıncağın balı
Tepeden tırnağa arzu dolu
Sam yeli, söğüt dalı, harmandalı
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
Şehzadebaşı’nda akşam üstü
Yine zevrak-ı derunum
Kırılıp kenara düştüİstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
Dokuzuncu Senfoniyle kolkola
Cezayir marşı gelir
Dört başı mamur bir gelin odası
Haraç mezat satılmakta
Bir gelinle güvey eksik yatakta
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
Paslı Acem kılıçları
Amerikan kovboyları
Eller yukarıNe kadar da beyaz elbiseleri
Amerikan deniz erleri
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
Sütten duru buluttan beyaz
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
Yakışmaz
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler
Kan rengi, barut rengi, duman rengi
Kin tutar, kir tutmazİstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz’da
Kimi Fenerbahçe’de yan gelir
Dalyanda kırk tane Orkinos
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir
Orkinos dediğin balıkların şahı Orkinos mavzerle gözünden vurulur
Denizin içinde ağaçlar devrilir
Kan çanağına döner dalyanın yüzü
Camgöbeği yeşili bulanır
Bir çırpıda kırk Orkinos
Reisin sevinçten dili dolanır
Bir martı gelir konar direğe
Atılan Kolyosu havada yutar
Bir başkasını beklemez gider
Balıkçı gülümser tatlı tatlı
Adı Marikadır bu martının der
Her zaman böyle gelir böyle giderİstanbul deyince aklıma Adalar gelir
Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır
Çalımından geçilmez altmışlık madamların
Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların…”
Kaynakça:Şiir Sitesi-Bedri Rahmi Eyüboğlu-İstanbul Destanı