Saray’dan gelen bir davet. Yaklaşık bir haftadır sehpa yerine kullandığım tarumar olmuş sandalyemin üstünde, özellikle güneşin üzerine tıpkı hiddetli bir sahne ışığı gibi vurduğu köşesinde, her sabah uyandığımda bir an bile olsun aklımdan çıkmasın diye kendini belli ediyor. Neden, nasıl ulaştı bana anlamıyorum fakat bu fırsatı kaçıramayacağımı, gitmeyecek kadar da aptal olmadığımı biliyorum.
Gün geldi.
Kara bahtıma şenlik olmuş olacak ki bugün gökte devasa, kulak çınlatan bir konser vardı. Her yer sırılsıklam lâkin ağaçlar eriyor, şantiyecilerin yaktıkları ateş heybetini koruyor hatta direnerek alevlerini daha da artırıyordu. Aldırmadım. Kralımızla göz göze gelmekten daha mühim bir mesele olabilir miydi şu an, şurada?
Bütün bu eziyetin arasından Saray’ın dış kapısına ulaşmayı başardım. Kapının iddialı büyüklüğü ve sınır koyan gücü karşısında bir müddet sendeledikten sonra hafifçe kapıya vurarak, orada bulunduğumu muhafızların anlamalarını sağlayarak gıcırdayan ritüeliyle açılan kapıdan içeri girdim. Uysal çimenlerin sarayla barışık intizamından etkilenmeksizin avlu kapısını geride bırakarak ve ana kapıya ulaşmanın zaferiyle gururlanarak kral ve kraliçenin bulunduğu salona doğru muhafızlarla yürümeye koyuldum. Muhafızlar bu isyankar, sanki demir bir kafesten çıkmaya çalışan köpek yavruları gibi kulak tırmalayan bu “konser” karşısında hiç istiflerini bozmadan, hatta güç gösterisi yaparcasına nizami adımlarla eşlik ettiler bana. Tavanın yüksekliği, dinin ikonik sembolleriyle süslenmiş günahkar ruhların ibretlik tasviri ve Meryem’in acı hüznü eşliğinde, duygularıma gem vuran bir titizlikle bakir bir dünyaya katılıyormuşçasına yürüdüm. Karşımda duran kralın asaletini temsil eden kıyafetleri ve kraliçenin gözleri hapseden ışıltılı mücevherlerine doğru çekiliyor olmanın ve olası konuşmamın önüne geçen büyüsüyle kalakaldım. O kadar çok içine çekiyordu ki beni burası, kral ve kraliçenin karşısına havuza düşmüş bir kedi gibi çıktığımı neredeyse unutuyordum. Özür diledim, hiç sıkıntı etmediler. “Neden?” dedim, “Birisi görsün, gezsin istedik.” Dediler. Şimdi anladım. Özel bir misafir değil, şanslıydım sadece.
Düzenli nefes almaya başlayıp kulaklarımın çınlaması geçtiğinde önümde duran kocaman salonun nihayet farkına vardım. Gözlerimi henüz belirli bir yere çeviremeden burnuma daha önce hiç duymadığım bir koku geldi. Narin olmasına rağmen bir yandan da insanın içini bulandıran, sanki ateşi çıkmış bir bebeğin içindeymiş gibi hissettiren, bir yandan da havadan başkalarıyla karışmasın diye derini zımparalayıp her kendi terinin farkına varmak için baktığında burnunun tek algılayabileceği koku olmasını isteyeceğin güzellikte bir şeydi bu. Cennetten inmiş gibi. Gözlerim kamaşmış etrafa bakadururken bir yandan da dışarıdaki şiddetli fırtınanın sedası giderek azalıyordu. Gece gökyüzünün Kuğu Gölü Balesi’yle başlayan isyanı, Saray’a gelmeye çalışırken orkestra şefini kaybetmiş balerinlerin tekrardan düzeni sağlamak için bütün estetikliklerinden vazgeçip yerlerini marşlara ayak uydurmaya çalışan bir avuç askere bırakmıştı. Ne şaşırtıcı ki ben bu sarayın daha da derinliklerine gittikçe bu korkunç olaylar tekrardan balerinlerin dans etmesine dönüşüyordu. Kafamı yana çevirdiğimde irili ufaklı tablolar gördüm. İlgi çekmeyen, abartılı figürlerle süslenmiş kitap kapaklarından farkı yoktu benim için ancak oldukça pahalı oldukları kolayca anlaşılıyordu. Devasa bir kitaplığın üstünde beni izleyen ikonlar hiç yabancı gelmemişti, lâkin İsa’nın yüzü, önündeki süs eşyalarının gölgesinde kalıyordu. İçimde bir şey kopmuş gibi hissettim.
Kıyamet sur’uyla üflenmiş kokunun havayı delen büyüsüne boyun eğmeyip İsa’nın çilesine sırtını dönen ruhsuz eşyaların doldurduğu odanın günaha davetine karışmamak için çırpınan bilincimi kendi haline bırakarak soluğu dışarıda aldım.