Çalıştığım yer kalabalıktı, gürültülüydü. Sessizce bir köşede görevimi ifa eder, elimden geldiğince herkese yardım etmeye çalışırdım. Herkese yardım etmeye çalışırdım çünkü kimsenin yardım eli uzatmadığı anların bir bütünüydü hayatım. Basit bir insandım ben, içimde kopan fırtınaları göremeyen herkes için. Sessizdim, konuşmanın fayda etmediği pek çok ana şahit olduğumdan dolayı. Belirtmek isterim, gözlemlemekte oldukça iyiydim. Gözlemlerimi mavi mürekkeple – yahut gözyaşlarımla – geçirirdim soluk sarı sayfaları olan kahverengi deri defterime. O defter benim hayatım, tecrübelerimdi.
Defterimdeki anılardan biri genç bir kızla ilgiliydi. Ayağındaki ayakkabılardan üstündeki dar tişörte kadar her şeyin yüksek fiyatlı olduğunu anlamak için genç olmaya gerek yoktu. Kızın yürüyüş ve tavırlarından küçümseme akıyordu. Çevresindeki insanlara karşı aşağılayıcı bir tavrı vardı. Gülkurusu rengindeki ayakkabılarını göstererek, ‘’ Yeni aldım, çok güzel değiller mi?’’ diye sordu. Yanındaki kızların yüz ifadelerinden fazlasıyla beğendikleri anlaşılıyordu. Özellikle eski ve yıpranmış giysilerinin içinden hayranlıkla bakan kızın… O an anlamıştım ki hayat adil değildi. Dikenli bir çalı çiçek açamazdı, yalnızca papatyalara imrenerek bakmak gelirdi elinden. Kim olduğumuzu biz seçmemiştik ve kontrol edemezdik.
Bir başka hatıram ise önceki hatıra kadar masum değildi. Aslında oldukça hüzünlü bir hikâyeydi. Bir delikanlı iç geçirircesine ondan yaklaşık dört metre uzakta oturan kıza bakıyordu. Genç kız, hayranlıkla kendisine bakan çocuğun ya farkında değildi ya da farkında değilmiş gibi davranıyordu. Bir hafta sonra, aynı yerde ikisini el ele tutuşurken gördüm. Sanırım delikanlı nihayet fark edilmişti. Bir ay sonra ise genç adam siyahlar içindeydi fakat kız etrafta görünmüyordu. Çocuğun telefonu çaldı, ‘’ Evet, cenazeye gidiyorum.’’ dedi ağlamaklı. Fark ettiğim şey; insanlara bağlanmamak gerektiğini vurgulayan, soğuk ve zehirli bir gerçekti. İnsanlık geçiciydi. Tıpkı baharın yemyeşil yaprakları gibiydi, ilk güzde dökülecek o yapraklar gibi…
Anlatmak istediğim son hatıra, güven duygusuyla ilgiliydi. İki genç adam on metre kadar uzağımda oturmuş, sohbet edip gülüyorlardı. Oldukça samimi görünen bu iki arkadaşın dostluklarını bozacak şeyin birkaç kuruş para olabileceğini tahmin edemezdim. Bir gün gençlerden kestane rengi saçları olanını başka bir çocukla konuşurken gördüm. ‘’ Var mısın iddiaya? ‘’ dedi kestane rengi saçları olan çocuk. Öteki gencin onayıyla delikanlı uzaklaştı. Ertesi gün gençlerden sarışın olanı kahverengi saçlıya, ‘’ Ben sana güveniyorum, sana sırlarımı veriyorum, sen ise üç kuruş para için günlüğümün fotoğraflarını mı yayıyorsun? Bütün okul benim hakkımda konuşuyor! Ne zaman koridorlarda yürüsem bütün bakışlar bana çevriliyor ve fısıltılar başlıyor.’’ diye bağırdı ve nefes almak için duraksadı. Sonra daha büyük bir hırs ve öfkeyle devam etti, ‘’Yıllardır arkadaşız ve hiç utanmıyor musun?’’ Sonra çekip gitti ve bir anlık sessizliğin ardından her şey eski haline geri döndü. Kum saatinin kumları bitmiş de saat ters çevrilmiş gibi, gürültü ve koşuşturmaca tekrar başladı, sanki hiçbir şey olmamıştı.
Hikâyelerimden sayfalarca vardı. İzliyor ve ağlıyordum. Gözyaşlarım yıpranmış kâğıtlarda dönüşüyordu harflere. Yorgundum fakat biliyordum ki devam etmeliydim yazmaya. Ben de devam ettim yazmaya, hep de edecektim. Ta ki insanlık trajedisi sonlanana kadar…