Bir sabah insanlar uyandıklarında, duygusal bağlarını kaybettiklerini fark ettiler. Daha dün birbirini sevenler, birbirine kızanlar, üzülenler ya da mutlu olanlar… Artık hiçbiri bir şey hissetmiyordu. Herkes birbirine sıradan, yabancı gözlerle bakıyordu.
Yağız, gözlerini açtığında önce her şeyin normal olduğunu düşündü. Bir gece önce karısıyla birlikte attıkları kahkahaları hatırlıyordu. Ancak garip bir şey vardı; o anları hatırlasa da içinde en ufak bir his yoktu. Karısına döndü, ama ona dair hiçbir şey hissetmiyordu. Onca yılın anlamı bir anda silinmiş gibiydi. İçerisi sessizdi. Evde dolaşan ayak sesleri, sanki bir yabancının evine izinsizce giriyormuş hissi veriyordu.
Küçük kızı, elinde oyuncak bebeğiyle salondan geçti. Yağız ona bakmaya cesaret edemedi. Daha doğrusu, ona bakmanın bir anlamı olup olmadığını bile bilmiyordu. Küçük kız selam vermedi çünkü buna ihtiyacı yoktu. O sadece babasıydı, ama bu artık bir şey ifade etmiyordu.
Dışarı çıktı. Bugün cumartesiydi. Normalde sokakların cıvıl cıvıl olması, lunaparkta çocuk seslerinin yankılanması gerekirdi. Ama her yer ruhsuzdu. Kimse dışarıda değildi. İş yerleri bile değişmişti. Eski iş arkadaşına yaklaştığında, aralarındaki dostane ilişkinin sıcaklığını aradı ama bulamadı. Artık sadece yapılması gereken işler vardı. Bir zamanlar kahkahalarla dolu toplantılar şimdi mekanik bir düzene dönüşmüştü. Hiç kimse, kimseye özel, değerli ya da önemliymiş gibi hissettirmiyordu.
Günün sonunda Yağız evine döndü. Akşam yemeğinde karısı ve kızıyla masaya oturdu. Ama bir şey eksikti. Karısının gülüşü artık bir yabancıya aitti. Kızıyla paylaştığı sıcak akşamlar, soğuk bir sessizliğe gömülmüştü. Ev aynı evdi, ama içindeki insanlar farklıydı.