Telefon alarmının çalmasıyla bulutlu bir İstanbul sabahına açtı gözlerini. Hava uzun zamandır olduğu gibiydi: bulutlu ve gri. Bu görüntü onu şaşırtmadı; birkaç ay öncesindeki yağmurdan beri güneşi neredeyse hiç görmemişler, tek bir güneşli gün yaşamamışlardı. O günü hatırlayınca istemsizce uzaktaki bacaları sönmüş fabrikaya baktı. Fabrika terk edileli çok olmamıştı. Mimari güzellikten uzak bu yapıyı böylesine ilginç kılan şey doğal enerji kaynakları kullanmayan diğer tüm fabrikalar gibi bir anda kapatılmasıydı. Tüm dünyada paniğe neden olan asit yağmurlarından sonra devlet yetkilileri ve bilim insanları bir araya gelmiş, dünyanın geleceği için önemli kararlar alınmıştı. Şimdi karşısında duran yapının kapısına da bu kararın alınmasından hemen sonra zincir vurulmuş, fabrika bir daha asla açılmamak üzere kapatılmıştı.
Her ne kadar gelecekte tekrar meydana gelmesi engellenmişse de, dünyayı sarsan bu olay ciddi hasara neden olmuştu. Birçok insanın sağlığında bozulma gözlemlenmiş, akciğer hastalıkları sıklıkla görülür hale gelmişti. Arada sırada artçı yağışlar yaşanıyor, böyle zamanlarda hastalıklar hat safhaya çıkıyordu. Ayrıca, felaketin ertesi günü insanlık tarihinde daha önce hiç gözlemlenmemiş bir sorun yaşanmıştı: yıllardır birçok insanın güvenerek kullandığı internet, ana kontrol merkezindeki bir sorun nedeniyle kullanılamaz hale gelmişti. Televizyon yayını ile bu sorunun çözümü için çalışma başlatıldığını belirten yetkililer ise başka bir açıklama yapmamışlardı. Yani insanlık yaklaşık 3 aydır internetten yoksundu.
Aslında, başlarda bu yoksunluk ona iyi gelmişti. Belki kendini bir bağımlı olarak tanımlamazdı ama elektronik aletlerden uzaklaşması gerektiğini de inkar edemezdi. Sorunun birkaç gün içinde çözüleceğini düşünmüştü ancak süre uzadıkça paniklemiş, modemi kontrol etmeyi günlük bir aktivite haline getirmişti. Zamanla bu panik hali son buldu. Belki alışmıştı, belki de pes etmişti ama internetsiz yaşamak zorunda olduğunu kavramıştı. Artık basit bir saatten farksız olan telefonuna baktı. Saat dokuzu biraz geçmişti. Kalkıp koltuğun üzerinde duran hırkayı sırtına geçirdi ve mutfağa gitmek üzere odasından çıktı.
Basit, üç odalı bir dairede yaşıyordu. Başlarda oldukça düzenli olan evi evden çıkamamanın ve sevdikleriyle ne internet üzerinden ne de yüz yüze görüşememenin sonucunda geçirdiği her sinir kriziyle biraz daha dağılmış, o da bir noktada toparlamaktan vaz geçmişti. Kimi zaman yanında insanların olduğunu düşünüyor, bazen bu düşünce halüsinasyon seviyesine çıkıyordu. İşte böyle zamanlarda hiç olmadığı kadar dağınık olan evi onu gerçekliğe sürüklüyor, tekrar kendine gelmesini sağlıyordu. Oturma odasının ortasında duran küçük sehpanın üzerindeki kirli tabakları aldı ve televizyonu açtı. “Bilim insanları önümüzdeki 2 hafta içerisinde havanın dışarı çıkılabilecek kadar düzeleceğini belirtiyor. Ancak kesin bir açıklama gelmeden lütfen acil durumlar dışında açık havaya çıkmaktan kaçının-” Televizyonda artık sıradanlaşmış uyarılar yayınlanıyordu, internetin geldiğine dair en ufak bir işaret yoktu. Yine de kendini kafasını kaldırıp ufak kitaplıktaki modeme bakmaktan alıkoyamadı. Modem her zamanki gibi güç ışığı dışında renksizdi.
Şu günlerde tek tesellisi havanın düzelmesiyle ilgili söylenenlerdi ancak asla kesin bir zaman belirtilmemesi onu endişelendiriyordu. Elindeki tabaklarla birlikte mutfağa yöneldi. Tabakları granit tezgaha bıraktı ve dolaptan aldığı rastgele bir kupayı kahve makinasının altına yerleştirdi. Her gün yaptığı bu basit hareket geçmişle o anı karşılaştırmasına neden oluyor, içinde büyüyen umutsuzluk giderek artıyordu. Kısa bir süre sonra dumanı tüten kahve kupasını da alarak kendini oturma odasındaki koltuğa bıraktı. Kahvesini sütlü severdi ancak ne dışarıdan süt sipariş edebiliyor ne de dışarı çıkıp alacak cesareti gösteriyordu: ne zaman havayı koklasa ciğerleri ağırlaşıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu.
Elbette insanlar bütün bunlara çözüm bulmayı denemişti: marketi arayarak sipariş vermek bu çözümlerden sadece biriydi. Ancak, tıpkı bu çözümün sahte yerlere sahte kişiler adına siparişler verilmesi sonucu başarısız olması gibi diğer çoğu çözüm de amacına ulaşamamış, üstelik internetin yokluğu yeni bir uygulamanın dağıtılmasını imkansız hale getirmişti. Kahvesini yudumlarken sehpada duran kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdı, okunmaktan yıpranmış sayfaların her birini belirli bir ilgi duymadan inceledi. Bazı sayfalarda ufak notlar vardı, kiminin köşesi kıvrılmış, iki sayfa da ufakça yırtılmıştı. Bir zamanlar favorisi olan bu kitabın fiziksel hali içinde yaşananlardan daha çekiciydi artık, neredeyse tüm kitabı ezberlemişti. Neredeyse boşalan kahve bardağını sehpaya bıraktı ve saate bakmak için telefonunu çıkardı. Uyandığından beri iki saat geçmişti. Ayağa kalkıp oturma odasındaki büyük pencereye yürüdü. Pencereden baktığında gördüğü şey ise son üç ayın belki de en şaşırtıcı olayıydı.
Dışarıda insanlar vardı, her seferinde aralarına yenileri katılıyor, İstanbul sanki felaket hiç yaşanmamış gibi yeniden insanlarla dolup taşıyordu. İçinde büyüyen mutluluk şaşkınlığa baskın geldi: demek sonunda o beklenen açıklama yapılmıştı, demek artık dışarısı tehlikeli değildi…
Televizyonu açıp haberleri kontrol etme gereği duymadan evinden hızla çıkarken ne dağınık oturma odasına, ne sehpadaki yıpranmış kitaba, ne de o yanından koşarak geçince düşüp yere dökülen kahveye baktı. Tek düşündüğü dışarıda olmaktı. Apartman boşluğuna üç aydır olduğu gibi derin bir sessizlik hakimdi, bunu ilk defa herkesin evinde olmasına değil herkesin dışarıda olmasına verdi. Uzun zamandır giymediği ayakkabılarını ayaklarına geçirdi ancak bağcıklarını bağlamakla uğraşmadı. Sonunda apartman kapısını itip yüzüne çarpan havayı hissettiğinde gözlerini kapatıp koşmaya başladı ve sadece nefesi kesildiğinde durdu. Gittikçe daha sık durmaya başladı, ta ki koşamayana kadar. İşte o zaman gözlerini açıp etrafına bakmaya karar verdi. Yanağından bir damla cildini yakarak süzüldü, terlediğini fark etmemişti bile. Gözlerini açtığında karşısında kimse yoktu. Sadece karşısı değil, tüm sokak bomboştu.
O, yakıcı yağmur damlaları ve boğucu hava dışında bomboş.