Daha önce kendinizi süzüp ”Ben neden yaşıyorum?” dediğiniz oldu mu? İnsan ne yapar, insan neyi sever diye sordunuz mu kendinize? Ortalıkta dolaşan onca acı çeken insanın nasıl bir geçerli sebebibinin olabileceği takıldı mı aklınıza? Peki hiç düşündünüz mü bir insan ne yaşar ömrüyle eceli arasında geçen o ufak zamanda? Ne kadar umut edip ne kadar sevmiştir? Daha keşfedeceği ne kadar şarkı kalmıştır, kaçını keşfetmiştir? Ne kadar hissetmiştir sevildiğini? Sevilmiş midir hiç?
İnsan sadece nefes almaz. İnsan keşfeder. En sevdiği şarkıyı keşfeder. Bir gün hafızasını kaybetme tehlikesi için dinler şarkıları. Her anısını bir şarkıya kaydeder. Bazısını siler listesinden, bazısını saklar kirpiklerinin arasında. En sevdiği şiiri keşfeder. Bazen imkansızlığı anlatan, umut dolu bir şiir olur bu. Bazen ”İyi ki bu dünyadan Sabahattin Ali geçti.” dedirtir. Yeni şehirler keşfeder. Önce sokak lambalarının saat kaçta söndüğünü öğrenir. Sonra sığınır o şehre. Bir insana anlatmaz da, oturur o şehre anlatır. Sokaklarına yazar, bulutlarına kazır, yıldızlarına bindirir dertlerini.
İnsan bağlanır. Okuduğu kitapların kokularına, kahveye bağlanmaz. Gider bir insana bağlanır. Bağlandığı yerler kopar, insan kopamaz bağlandığından. Bırakırsam eririm korkusuyla vazgeçmez. Çünkü yüreğini yaslayacak bir yer arar.
İnsan acı çeker. Bir şarkının nakaratı takılır aklına. Bazense yalnızca düşünür. Yalnızlığını düşünür, güzel günlerini düşünür, mesafeleri düşünür. Canı yanar. Ne diyeceğini bilemez. Çaresizdir. Eylülün gelip geçmesi gibi. Eylülün gidişini kabullenemez ama çaresizdir.
İnsan özler. Bir kişiyi değil bir anıyı özler. Özleyen tarafın yalnızca kendisi olduğunu anlayınca kişileri değil anıları özlediğini fark eder. Özledikleri yara açar ruhunda yine de özler, silemez içinden. Çünkü o yaranın kapanması için silmesi gerekir yaşadığını. İçinden gelmez silmek. Dizinde açılan küçük bir yaraya merhem sürmek, ardından tuza basmak gibidir. Geçen zaman iyileştirirken yarayı; özleyen, acısıyla hatırlar.
İnsan sever. Önce sever, sonra yanar sol tarafı. Gülüşünün kıyısını sever. Gülüşünün kıyısından damlayan umudu sever. Öyle bir sever ki insan, kırığına bakamaz, kesilmesine dayanamaz sevdiğinin saçlarının. Bir çocuğun salıncakları sevdiği gibi sever. Bir şairin defterine baktığı gibi bakar sevince.
İnsan inanır. Gecenin sabah olmayacağına, yıldızların sönmeyeceğine inanır. Bulutlara dokunabileceğine, yıldızları söndürebileceğine inanır. Terk edilmeyeceğine, gerçekten sevildiğine inanır.
Ve insan gider. Tavanındaki yıldızları düşmüş bir çocuğun hüznüyle bırakır arkasındakini. Gider. Giden bir yer bulmuştur elbet. Arkasında bıraktığı kalır sokak ortasında. Sokağın en bilinmeyen köşesine yazılan Sabahattin Ali dizelerinin önünde kalır. ”İçimde yarım kalmış bir konuşmanın üzüntüsü vardı.”
İnsan böyledir işte. Doğar, büyür, acı çeker. Sever, bağlanır, inanır. Kimisi giden olur bu uzun sahnede kimisi kalan. Ama yine de umut eder. Aklında oluşacak o hiçbir şeyin değişmesine gerek yok fikri oluşana kadar umut eder. Sonrası… Sonrası kırgınlıklar. Sonrası ölüm, umut ettiğimiz kadar ölüm…