“İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum.”
Her türlü fanatizme ve çoğu inanç sistemine duyduğu ince öfkeden tanıyabileceğimiz Carl Sagan bu sözleri sarf ettiğinde 20. yüzyılın ilk yarısını geçeli epeyi olmuştu. Hiç şüphesiz bilmek ve inanmak; gündelik, yeterince sıradan yaşantımızdan yaptığımız küçük anekdotlarda birbirinin yerini tereddütsüz doldurabileceklerdir. Ancak aynı şey değillerdir, birbirlerinden köken almazlar ve işin aslı biri diğerini de pek desteklemez.
Bilmek, yeterince güçlü kanıtlara başvurmayı, sorgulamayı ve şüphe etmeyi gerektirir. İnanç ise sanılar ve isteklerle şekillenebilir. Her inanç sisteminin belirli bir gerçeklik ve bilgi birikimi içerse de bunu gerektirdiğini; aksi halde mantıksal anlamda kendisiyle herhangi bir şekilde çelişeceğini söyleyemeyiz. Bilim, tarih boyunca en büyük savaşını temelsiz inançlarla vermiş; körü körüne bağlı ve bağımlı bireyler başta yetkin bilim insanları olmak üzere binlerce, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur.
İçinde doğulan yuva, aile ve toplum; hapsolunmuş coğrafya ve zihinler inanç sistemlerine olan bağlılık ve sadakatimizi belirler. Yeterince sadık olamayanlarımızı bugünlerde toplumları değiştirebilmiş, dünyaya bir şeyler katabilmiş ve evreni anlamlandırmamıza fayda sağlamış kişiler olarak ansak da bunun pek farkında değiliz esasında.
Her ne kadar aksini savunuyor gibi görünsem de ne inanç sistemlerine ne de inanmaya karşı bir kinim var aslında. Lakin sizden çok önce inşa edilmiş inanç kubbesinin altında doğup onu sorgulayabilmenin pek azımızın cüret edebileceği kadar cesaret, azımsanamayacak kadar sağduyu gerektiren bir davranış olduğunu kabul edersek dürüstlükten dem vurabiliriz. Bu sebeple bilim, insanın merak duygusuna dayanmayı severken inanç da insanın yorulduğunda sırtını yaslayacak bir dayanağı olmaya daha yatkındır. Bu sebeple inanmak daha kolay ve az zahmetliyken bilmeye, öğrenmeye çalışmakta beş yaşındaki bir çocuk pek çoğumuzdan katbekat daha başarılıdır. Zihnimize zamanla yerleştirilen kodlar ve prensiplerin kalın duvarlarının ham maddesi esasında inançtır.
Herhalde bir bilim insanı veya biyolog olmasak dahi evrim tartışmalarına kulak misafiri olmuş ve hatta belki “Evime inanıyor musun?” sorusunun muhatabı dahi olmuşuzdur. Evrime inanmak veya inanmamak yer çekimi kanununa veya Pisagor teoremine inanmaktan farklı olmasa da kulağa o kadar da tırmalayıcı gelmez. Bunun temel sebebi, inanç sistemleriyle çatışmasından dolayı, aynı kulvarda yeni bir düşman olarak değerlendirilmesindendir diye düşünüyorum. Yine de kanıt, gözlem ve araştırmalarla beslenen bir bilimsel teoriye inanmak mantıksal anlamda mümkün değildir; bu, bilimle inancın ayrılan yollarını anlamanın en kestirme yolu olsa gerek.
Bilim ile inanç birbirlerinin tarafını yapıları gereği tutmaya pek müsait değillerdir. İnanma güdüsü ve bilme isteği aynı hızda çalışmayacağı için asla birbirlerini yakalayamaz, kol kola yürüyemezler. Zira bilim taraf tutmamaya yemin etmişken inanç bir ekole, düşünce veya argümana sıkı sıkı bağlılığını yineler durur. Bilim, inanca kimi zaman ihtiyaç duyabilir; bu onun akıbetini garantiler. İnanç da bilgiye dayalı olduğu takdirde dogmatik yapıdan bir nebze başını alıp insanlığın başına çoraplar örmeye son verebilir. Ancak aralarındaki dostluğu sağlamlaştırmak, bu iki kavramı haddinden fazla kaynaştırmak aralarındaki ufuk çizgisini silmeye başladığı an, uygarlığın ve her anlamdaki bütün gelişmelerin sonu ufukların ötesini aşıp yanımıza uzanacaktır.