Bardaktan boşalırcasına yağıyor yağmur, gök yıllardır içinde tuttuğu bir hüzünden kurtulmak istercesine ağlıyor ve yerle bir ediyor ortalığı. Bense düşünüyorum. Ah arada bir sussa şu kafamın içindeki ses, kimin sesi bu ? Nedir benden istediği, bilmiyorum. Yürüyorum alacakaranlığın geceyi sardığı vakit İstanbul’un boş sokaklarında. Nereye gittiğimden de bihaberim. Biri bana sesleniyor, hiç durmadan çağırıyor beni. Duymak isteyene kulak şart değil görmek isteyene göz, hissediyorum bana söylenenleri. “Unutma, unutturma, unutama.” “Neyi ha neyi unutmayayım ne olursunuz söyleyin bana diye yalvarıyorum acizce.” Sesler gittikçe uzaklaşıyor, tiz bir hal alıyor sanki yüz yıl uzaktan geliyor…
Güneş her zaman olduğu gibi istifini bozamadan doğuyor yurdumun üstüne. Sonra fark ediyorum ki doğan güneş değil, güneş yerli yerinde öylece duruyor. Her sabah göz göze gelişimizin sebebin dünyanın dönüşü, onun gayreti. Peki ya ben… Benim bugün bir yurdumun olmasına sebebiyet veren ne. Neden Türk’üm dediğimde insanların gözündeki o korkuyla karışık imrenme ibaresini görüyorum. Damarlarımda akan asil kan mı yoksa onları korkutan ? Demek ki biliyorlar, farkındalar onlar. Akan o asil kanın nasıl bir kudret taşıdığını çok iyi anlamışlar.
Hepimiz biliyoruz ki orada bir Atatürk var. Okula başladığım ilk gün oradaydı kürsünün üstündeki heykelinin bakışları keskindi ve ona her bir adım yaklaştığımda daha güvende hissediyordum kendimi. Büyüdüm karşıma sözleri, kitapları ve yaptığı işler çıkmaya başladı. Ona duyduğum o müthiş hayranlığı ilk günkü gibi anımsıyorum. Yaş almaya devam ettikçe artık ona karşı duyduğum hisler hayranlığın çok ötesine geçiyor. Kendini gösterişten öyle bir soyutlamış ki sadece yeterli olgunluğa erişebilenler anlıyor onu. Zaman makinesinin en devamlı müşterilerinden biriydi dese keşke biri onun hakkında. İşte o vakit anlamlandırabilirdim bu öngörüşünü. Kendimi suçluyorum, unutuyor muyum onu ? Yaşasaydı benimle gurur duyar mıydı ? 100 yıldır Cumhuriyet çatısı altında yetişiyor bu millet ve bir asır boyunca içindeki hisleri ilk günkü kadar sıcak. Ben layık mıyım böyle büyük bir gururu taşımaya ? Bu millet gözü kapalı bir şekilde ölüme koşmuş bir neslin evlatları. Onların karşısında durabilecek bir güç mü var ki biri cesaret etsin biricik Cumhuriyetlerini ellerinden almaya. Atatürk ilke ve inkılaplarını yaşatmaya yemin etmiş yüz yıldır yüz bin kere her yüze karşı bunları haykıra haykıra söylemiş bir millet…
Deniz ve yurdumun al bayrağı mükemmel bir ahenk içinde dalgalanırken şapkamı önüme almış düşünüyorum. Yüz yıl ha, tam yüz yıl olmuş diyorum içimden. Tam yüz kere kutlandı bu bayram. Balkonlarda dalgalandı bayraklar, ne şiirler okundu ne türküler söylendi. En güzel elbiseler hep bugüne saklandı. Beyaz yakalı pırıl pırıl gençler her zorluğa göğüs gerdi ve her seferinde de onu, Mustafa Kemal’i hatırladılar. Bense hep yaptığım gibi izledim olan biteni kenardan. Ben kim miyim? Ben bu vatan uğruna verilmiş milyonlarca canım, ülkesini muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak için canla başla çalışmış gençlerim, ben biricik evladını vatan uğruna ölmeye gönderen annenin göz yaşıyım, kanla sulanmış toprak, al rengine bürünmüş denizim ben. Yüz yaşına basmış ama hiç ihtiyarlamamış biriyim. Ben sonsuza dek yaşatmaya yemin ettiğiniz Cumhuriyetim ve ilelebet de payidar kalacağım. Neden mi ? Çünkü… “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak, O benim milletimin yıldızıdır parlayacak, O benimdir o benim milletimindir ancak!”