20’li yaşlarımdaydım, rahat ve sıcak yatağımda yatarken hayalini kurmaya başladım umut ettiklerimin. Boş bir kağıda resimlemeye başladım düşlerimi. Fırçam her oynadığında kalbim daha hızlı atıyordu. Küçük bir kasaba çizmeye başladım. Mahallede oynayan çocuklar, koşturan köpekler ve rüzgarın beraberinde getirdiği yerde uçuşan yapraklar çizdim. İki katlı küçük bir ev ve içinde kocaman bir kitaplık hayal ettim. Tüylerinden yüzü gözükmeyen ter temiz beyaz bir kedi çizdim evin içine. Camdan bakan ak sakallı bir dede çizdim, sandalye de örgü ören beyaz saçlı kırışmış ve tombul bir nine çizdim yanına. Kendimi resimlemeyecektim. Bu bir düştü sadece, bense bu düşün sahibi. Resmim konuşuyordu adeta. Anlatıyordu, mutluluğu ve huzuru.
Yeni bir sayfa çizdim, boş ve sülük. Kurşun kalemle kararttım resmi. Renkler değil içindekiler aydınlatsın istedim çizimi. Uzun bir bina çizdim, camdan bakan kahverengi ve tombul bir köpek resimledim. Binanın ışıkları yetiyordu kenti aydınlatmaya. Sokağa dizilmiş arabalar yoruyordu gözleri. Sokaklar bom boştu, herkes bu soğuk havada arabasına çekilmiş seyahat ediyordu. O sırada pencereden bakan bir kız çocuğu, hayatın ne kadarsa sıkıcı ve boş olduğunu sorguluyordu. Eli ekmek tutuyordu, hava da güzeldi, elini cebine attığında parası vardı ama mutlu muydu? Bunu sorguladığına göre yeterince huzurlu ve sevinçli hissetmiyordu.
Düşünün ki ben o küçük kızım, kentin aydınlatmalarının mı hayatıma ışık vermesini yoksa yüzdeki gülücüklerin mi hayatıma ışık vermesini isterdim? Tabi ki ikincisi. Elimde avucumda akçe olmasa da gülüyordu yüzüm. Yetiyordu, hayatın latif olmasına. Koydum fırçamı masaya, kapattım gözlerimi ve tebessüm ettim bana bakan umut ışığına.