Hoşça kal Kardeşim

Canımdan çok sevdiğim küçük kardeşimin mezarının başına bugün içinde 22. kere gelişimdi sanırım. Bana onunla tanınan zaman yetmemişti, alışamadığım birinin özlemiyle içim yanıyordu. Elimden kayıp gittiğini henüz o kadar küçüktü ki… Ona daha bisiklete binmeyi bile öğretememiştim, o ders yaparken yanına oturup yardım edeceğim yaşlara gelememişti bile. Yaşamayacağını bildiği bir canlıya neden umut verir ki insan…Onunla parkta dolaşırken yanımızdan geçen bir pamuk şekercinin o ucuz pamuk şekerlerinden alacağım biri olma fırsatı verilmedi kardeşime. Aynı parktan gitme vaktimiz geldiğinde oturup kendisi kadar küçük çaplı bir direnişe girme fırsatı tanınmadı benim küçük kardeşime. İnsanın “seni çok özledim” diyemeyeceği birini bu kadar özlemesi de onun kendi çapındaki cezası olmalı sanırım.

Kardeşimin gömüldüğü mezarlığa olan sık ziyaretlerimden dolayı artık beni tanıyan görevli amcaya selam verdikten sonra ayağa kalktım. Dünya hiç kimse yasını tutsun diye durmuyordu nasıl olsa. Oradan tam uzaklaşmak üzereyken omzuma bir el dokundu.

Cesaretimi toplamam bir iki saniye sürmüş olsa da omzumda elden dolayı yayılan sıcaklığın azlığından belki de o anda iyi hissetmediğimi anlamam gerekirdi. Lakin insanoğlu meraklıdır, bilirsiniz, bu nedenle sanki gerçekten o olabilirmiş gibi omzumda duran ele ait bileği nazikçe kavradım, sanki kaçmasından korkuyormuşum gibi. Yavaşça arkamı döndüm, gerçekten karşımda duruyordu. 6-7 yaşlarında bir kız, omzuna kadar inen açık kumral saçlarıyla, iki parlak bal rengi göz ve ölüye ait bir ten rengiyle yüzündeki kocaman gülümsemeyi gösteriyordu bana. Gülümsemesi kardeşim olmaması ihtimali için fazlasıyla anneminkine benziyordu. Genç yaşta nadir görülen bir hastalığa kurban giden kardeşim Ela, onu en son içinde gördüğüm hastane kıyafetinin ucunu kavramış minik elini serbest bırakıp bana uzatarak, adeta gözleriyle bana gülüyordu.

 

Hava karardı, yıldızlar üstümüze çöktü. O an dizlerinin dibine kıvrılıp ağlamak istedim. Onu kollarım arasına almak, o çocuksu kokusunu içime çekip bir daha gitmemesi için yalvarmak istedim. Bağırmak istedim. İsmini bağıra çağıra tekrar etmek istedim, dünya bu güzel çocuğu ve onun güzel ismini bir daha kimselere unutturmaya çalışmasın istedim. Gördüğüm her kirli araba camına, boş tuval misali bırakılmış duvara, deniz kenarındaki yorgun kuma ismini yazmak istedim. Dünyaya dönüşünü kutlamak istedim. Kaçırdığı her bir doğum gününü onun için geri yakalamak istedim. Alamadığı her karne için, diploma için ona hediyeler almak istedim, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki aslında hiçbir şey kaçırmamış gibi..

Ağladığımı minik eliyle göz yaşlarımı silmeye uzanana kadar fark etmemiştim. O bal rengi gözler de aslında ıslak ıslak parlamaya başlamışlardı. Bana uzattığı diğer elini de nazikçe tutup öptüm, iki elini de kendimi tutamayana kadar doyasıya öptüm. Önünde diz çöküp kendi ellerimle onun göz yaşlarını sildim, bana hüzünle bakan gözlerinin ıslaklığı kalbimi ölesiye burkuyordu. Ağzımın kuruluğunu umursamadan konuşmayı denedim, kısık sesle çok uzun zamandır içimde kalan o üç kelimeyi onun kulaklarına dinletebildim. “Seni çok özledim.” Sesim çok buruk çıkmış olacak ki dayanamadı, kollarını boynuma doladı. Teni tıpkı ölüymüş gibi soğuktu, anlamadım neden. Kollarımı açtım, önümde duran küçük kardeşime sarılacaktım ama araya rüzgâr girmiş olacaktı ki kollarımı kapadığımda arasında o yoktu.

(Visited 9 times, 1 visits today)