Saat sabahın altısı… Ben ise otobüste gidiyorum. Kulaklığımda Yeni Türkü… Nereye gittiğimi ise bilmiyorum. Belki evimden uzağa belki de gerçek evime… Bu kendimle baş başa olduğum süre zarfında biraz düşünmeye fırsatım oldu…
Ben doğduğumda henüz Sovyetler Yıkılmamış, 12 Eylül yaşanmamış, kuşaklara harfler verilmeye başlanmamış, Fahri Korutürk görevine daha yeni başlamış, milenyumdan da epey bir uzaktık. Takvimler 25 Nis
müzde iş bulmak gerçekten hiç kolay değil. Dışarıda karşılaştığımız insanların birçoğunun işsiz olduğunu görürüz. Bu insanların bazılarının yalnızca ilköğretim mezunu olduğunu, bazılarının liseyi bitirir bitirmez iş hayatına atılmaya çalıştığını, bazılarının okudukları halde ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak istediğini ve bazılarının üniversite mezunu olup ellerinde diploma ile iş aradıklarını söyleyebiliriz. Yani iş arayan çok fakat herkese iş vermek de pek mümkün gibi durmuyor. Peki ya bırakın iş bulamamayı, herkesin sevdiği ve yapmak istediği işi yapma şansı olsa ne olurdu? Dünya daha güzel bir yer mi olurdu? Herkesin düşündüğünün aksine bu durum bir krize mi yol açardı?
Evet, belki neredeyse dünyadaki herkes şu anda olduğunun birkaç katı daha fazla mutlu olurdu. Bugün çok çalışarak elektrik-elektronik mühendisliği kazanan birine sorsanız belki de hayalinin mühendis olup başka birinin şirketinin çatısı altında çalışmak değil de kendi şirketini kurup istediği sektörde piyasaya tutunmaya çalışmak olduğunu söyleyecektir. Böyle düşünen, her ne kadar insanlar tarafından yüksek sınıf olarak nitelendirilen işler ile uğraşan insanlar bile hiç beklenmeyen hayallere sahip olabiliyorlar. Yani bu açıdan herkesin hobileri doğrultusunda iş seçmesi, sevdiği işi yapması neredeyse herkesi mutlu eder. Fakat bu durum iyi yanlarının yanı sıra tüm dünya genelinde oturmuş bir düzeni bozabilir. Tabi ki hiç kimseyi hobileri yüzünden yargılayamayız. Ama hobiler konusunda toplumun çoğunun yoğunlaştığı seçimler var. Mesela neredeyse her ülkede küçük yaşlarda basketbol oynayan ve büyüdüğünde basketbolcu olmak istey
O gün müşterilerden gelen yorumlar patronumu çok mutlu etmiş olacak ki beni aşçılığa terfi ettirmesi çok uzun sürmedi. Bir süre sonra yardımcı şef ve ardından çok hızlı bir tırmanışla şefliğe yükselmiştim. Sonrasında da aynı restorana ortak olmuştum. Birkaç yıl önce tahta paletlerde yatan ben artık Avrupa’yı geziyor, hayal kuruyordum. Bir gün Bükreş’te çok hoş, satılık bir dükkan görmüştüm. Sahibiyle konuşmak için telefonumu elime aldım ama yıllardır görmediğim “+90” ile başlayan bir numara beni arıyordu. Bunca koşuşturmanın içerisinde memleketimi çok ihmal etmiştim. Arayan küçük kardeşim Fahri’ydi. Babamızın borçlarına dayanamayıp kendini vurduğunu, vefat ettiğini söyledi. Zaten izinde olduğum için ilk uçakla Türkiye’ye döndüm. Uçağım indiğimde acıya dayanamayan anneme de ivme indiğini öğrendim. Babamın cenazesine bile yetişememiştim. Kardeşlerime yardımcı olamamıştım. Küçük kardeşim okumuştu ama abim babamızdan kalma çizme dükkanını işletmeye devam ediyordu.
Edebildiğim yardımı edip Almanya’ya dönüp Bükreş’teki o dükkanı satın aldım. Sonra da diğer ortaklarımın yanına gidip hisselerimin hepsini devrettiğimi, bundan sonra kendi işimi yürüteceğimi söyledim. Bana deli dediler. “Duyduklarıma inanamıyorum, sana rahat mı batıyor? Almanya’nın en iyi lokantalarından birine sahibiz” dediler. Ben ise Almanya’nı değil Avrupa’nın, Dünya’nın en iyi lokantasına sahip olmak istiyordum. Bükreş’te açtığım lokanta ilk önceleri çok da iyi gitmese de kısa sürede çok iyi bir üne kavuştu ve ilk sıralara yükseldi. Ardından Floransa, Paris, Madrid, Stockholm, St. Petersburg, Kiev, Lizbon, Yorkshire ve daha nice şehirde restoranım vardı.
Artık uzun yıllardır göremediğim ülkeme tekrar dönecektim. Bu sefer iyi bir nedenle. Abimin ve annemin beraber yaşadığı Kayseri’ye uçuş olmadığı için önce Ankara’ya gidecektim oradan uçakla memleketime gidecektim. Ama Ankara’ya geldikten sonra Kayseri uçuşum rötar yapınca bir akşam Ankara’da kalmak zorunda kaldım. Taksiye binip durumu açıkladım, taksiciye neler yapabileceğimi sordum. Beni bir çeşit restoranın önünde bıraktı. Önce yemek yedim ama anlam veremediğim şekilde masaya sürekli içecek servisi yapılıyordu. Bu misafirperverliği ret edemeyeceğim için gelen içecekleri de içtim. Sürekli gelip ara hesap almalarından da rahatız olmadım değil. Sanki insanlar neden ödemeden gitsinler diye düşündüm. Tek kişi oturduğum masa, sabaha karşı yaklaşık yüz kişi olmuştu. Herkese bir şeyler ısmarladığımı, herkesin hesabını benim ödediğimi fark ettiğimde çok geçti.
Güneşin doğuşuyla çıktığım ve artık restoran olmadığından emin olduğum bu yerde ne kadar harcama yaptığıma bakmak için bir ATM’ye doğru gittim. Param suyunu çekmişti, uçak biletine bile verecek param kalmamıştı. Yaklaşık 25 yıllık birikimimi bir gecede harcamıştım. Son paramla bir otobüs bileti alıp Kayseri’ye doğru yola çıktım. Yolculuğumun arısında aşina olmadığım bir numara beni aradı. Ne Türk ne de Alman telefonuydu bu. Keyifsiz bir şekilde açtığım telefon bir İngiliz bankasındandı, benimkinden. “Sizin kartınızdan dün gece sabaha kadar çok yüklü miktarda harcama yapılmış. Hem de Türkiye’den. Bu işlemleri siz mi yaptınız haberiniz dahilinde mi?” diyen bankacıyı duyunca ağzımdan üç kelime döküldü “Hiçbir bilgim yok!”.