Siyah renginin griyi kovaladığı puslu bi öğlen havası alıp götürüyordu Ankara’yı. Belki de en değer verdiğim insanlardan bir tanesi babaannemi görmeye gidiyordum. Otobüs, camdan aşağıya süzülen yağmur damlalarını seyrederken in cinin top oynadığı dar mahallelerden ilerliyodu. Çok da uzun zaman geçmeden ineceğim durağa yaklaşmıştık. Otobüs, yaşlı insanların içini doldurduğu eski model bir araçtı. Vardığımda ayağımla eş zamanlı şemsiyemi açmak istedim fakat şans benim yanlım değildi ki açılmamakta kararlıydı. Her saniye paltomda yağmur damlaları süzülüyordu ve işin sonunda sırılsıklam oluvermiştim. Derin düşüncelerin aklımı alıp götürdüğü bu karanlık havada tek isteğim babaanneme ulaşıp eski usul demleme çayından içip sıcak kurabiyesini mideme indirmekti. Hemen hemen herkesin rahmetli olduğu Şakayık Apartmanına gelmiştim, babaannem ve alt komşusu Nilüfer Abla hayatına birer kedi ile sessizlik içinde devam ediyordu. Evimden çıkmadan önce babaanemin en sevdiği papatya çiçeğini ufak bi buket yaptırıp yanımda getirmiştim ki yağmurun gücüne dayanamayıp iki yöne saçılmıştı. Acı bir tebessüm ile koşar adımlar atarak merdivenleri çıktım ve dokuz numaranın kapısını üç kere çaldım. Çocukluğumdan beri babaannem benim geldiğimi tekrarlı zil çalışımdan anlardı ; babaannem seksen yaşını devirmiş kısa boylu, göbekli, sevecen bir insandı. Her ziyaretimde daha da uzadığımı dillendirir ve beni överdi. Kucaklaştıktan sonra çocukluğumun vazgeçilmezi pembe küçük terliklerimi ayağıma atıverdi. Şaşkınlıktan gülmeye başladım. Babannem duygulu bi bakışla zamanın ne kadar hızlı ilerlediğini belli etti. Vefat eden dedemin en sevdiği terlikleri giyip salona ilerledim. Bildiğiniz tipik yaşlı evlerinden çok da farkı yoktu ama benim için her köşesinde farklı bir anı yatıyordu. Bir tepsi dolusu kurabiye ve çay dolu bardakların havada uçuştuğu uzun saatler sonrası kapıya ilerledim ve babaanneme veda etmeyip kapıyı açtım ve tam arkamı döndüğümde babaannemin elini kolumda hissettim. Vedaları hiç sevmezdim çünkü en son vedayı babama etmiştim ve onu son görüşüm olduğunu birkaç gün sonra annemden öğrenmiştim. Babannem bana sert ve keskin bir tavırla bir gün varız bir gün yok, önemli olan Güneşin Ayı kovaladığı bu döngüde, elindekinin kıymetini ve elinde olmayanlarının hasretini; vedalarda ve anında yaşa. İstemeyerek olsa da tek kelime etmeden babaanneme sımsıkı sarılıp elinden öptüm ve gözlerimi kullanarak görüşmek üzere dedim. Ertesi sabah Nilüfer Abladan gelen telefon sesine uyandım, sabah sersemliğinin vermiş olduğu etkiden ayılmak güç olsa da zor bela telefonu açtım; Kısık ve durgun bir sesle babaannemi kaybettiğimizin haberini verdi. Tepkisizdim, gözümden akan yaşlara aldırış etmeden elimin ayağımın tutmadığı korku dolu bu sabaha acele ile kıyafetlerimi giyip kendimi yollarda bulmamla başlamıştı. ‘Bir insanın en büyük düşmanı kendisidir’ lafına inanarak büyümüştüm, bitmez yolların beni alıp götürdüğü acı eve varmıştım. Her attığım adım Şakayık Apartmanının önündeki kalabalığa yaklaştırıyordu beni. Küçüklüğümden beri görmediğim insanlar, bakkal İsmail Ağabey dahil olmak üzere herkes babaannemin cansız bedeninin yattığı tabutun araca bindirilmesine şahit olmuştu. Sanırım hayatımda babamı kaybettiğimden beri ilk defa tenime üfleyen rüzgar ve gözümün karardığını hissediyordum. Göz yaşlarının vücudunuza hakim geldiği anları bilir misiniz ? Nilüfer Ablanın kalabalığı yarıp beni tuttuğunu hatırlıyorum gerisini bayıldığım için hatırlamıyorum ama ayıldığım zaman hissiz ve duygusuzluk bedenimi; uyuşukluk ve işlevsizlik beynimi sarmıştı. Babaannem yaklaşık bir aydır ağır bir hastalıkla mücadele ediyormuş bu hastalık fiziksel görünürlükte kendini belli etmese de içten içe vücudun direncini azaltıyormuş. Babannem hayatı boyu güçlüklere göğüs germeye and içmiş bir insan olmuştur ama artık ne göğüs gerebileceği bir zorluk ya da alabileceği nefes kalmıştı. Adım adım merdivenleri kat ediyordum ki kapısı ilk defa zili çalınmadan açılmış dokuz numaralı apartmana varmıştım bütün eşyaları dolapların dışında duruyordu. Daha dün oturduğum koltuğa oturup gözlerimden akan damlalara barajım taşmıştı ki sular seller kadar ağlamaya başladım. O kadar çok ağlamıştım ki artık akacak yaş kalmamıştı. Babaannemin yadigar sandığını yıllardan sonra ilk defa açık görmüştüm. Gözüme babannemin bana küçükken okumayı en çok sevdiği kitabı kestirmiştim. Alıp sayfalarını çeviriyordum ki yüz yirminci sayfasına geldiğimde gözüme el yazısıyla yazılmış bir cep telefonu numarası kestirmiştim. Çok düşünmeden cebimden telefonuma uzanıp numaraları tuşladım ve cesaretimi toplayarak arama tuşuna bastım. İki kere çaldıktan sonra telefondan bir ses gelmişti: Alo, Anne sen misin ?