Her zaman sanatın bir yeri var hayatımızda. Yürüyüşümüzde, gülüşümüzde, her bir parçamızda bir sanat saklı aslında. Adımlarımızda bir ritim, gülüşümüzde bir melodi ve insanların kalplerinde sıcaklık uyandırabilecek doğuştan bir yetenek, dünyaya gelme mucizesi… hepsi sanattır. Dolayısıyla insan, sanattan doğmuştur.
Sadece insanda değil, dünyada bakılan her bir yerde sanat görülebilir. ‘Sanat göreceli bir kavramdır.’ Sözü birçok noktaya parmak bassa da sanatın her yerde olduğu konusu, sanatı anlayan ve gören insanlar için nesneldir. Fakat bunu yorumlama biçimi tabii ki kişiye özeldir.
Sanat, sözlüğe göre bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılıktır. İnsanlarla konuşmadan anlaşmak ne kadar zor ve imkansızsa sanatsız bir toplumda da insanların kendilerini açıkça ifade etme becerileri de o kadar ilkeldir. Dolayısıyla sanat, insanın kendini ifade etme biçimidir.
“Sanat, düşünebilen, gerçeği görebilen, toplumu anlayabilen insanların işidir.” – Lev Tolstoy
Peki sanat insanın temeliyse, onu farklı başlıklar altında değerlendirilmesi ne kadar doğru? Sanatın resime, müziğe, heykele veya diğerlerine ayrılması -aslında soyut bir kavram olan duyguları- birkaç başlığa bölmek mantıklı mıdır? Sanatın birkaç alana ayrılması, duyguları böldüğü veya sınıflandırdığı anlamına gelmez. Yalnızca kişinin ilgi alanına göre duygularını nasıl anlatacağını, hangi materyalleri ve teknikleri kullanacağını belirler. Örneğin bir heykeltıraş müzik yaparak duygularını anlatmakta zorlanabilir çünkü onun görsel yeteneği işitsele kıyasla daha gelişmiştir. Burada da insanların çeşitlendiğini, her bir insanın sanatının farklı olduğunu dolayısıyla hiçbir insanın aynı olmadığı yargısı çıkarılabilir. Üstelik belirli bir sanat eseri, iki farklı insan tarafından bilinçsizce birbirlerinden hiçbir ilham alınmadan çizilemez. Dünya üzerinde o kadar insanın doğup büyümüş olmasına karşın böyle bir vakaya rastlanmamıştır. Hali hazırda bulunan bir sanat eserinin reprodüksiyonlarının bile farklı olduğunu düşünürsek diğer ihtimal zaten imkansız.
İlham faktörü, sanatın vazgeçilmezidir. Bu nedenle müzik veya resim derslerinden örnek verilirse müzikte çoktan bestelenmiş bir şarkı seslendirilir veya resimde masada duran bir obje çizilmeye çalışılır. Çünkü etraftaki gerçekliklerin başka insanlara açıklanması, kişinin kendi dünyasını resmetmekten ve açıklamaktan daha kolaydır. Hayatı herkes yaşar fakat kişinin içini yalnız kendisi bilir. İçini karşısındakine olduğu gibi anlatmayı başaran sanatçı, artık gerçekten sanatçı olmuş demektir. Çünkü hiç kimsenin bilmediği bir dünyayı anlatmak ve anlamasını sağlamak, neredeyse palette olmayan yeni bir renk düşünmesini istemek kadar imkansızdır.
“Sanatın vazifesi; tabiatı kopya etmek değil, tabiatı ifade etmektir.” – Honore de Balzac
Atatürk de başlı başına kendisi bir sanat olan, umutsuz bir toplumu kurtarmıştı. Yaşadıkları sefaletleri, zorlukları, acıları ve kayıpları türkülerine ve şiirlerine konu olmuş bir toplumdu bu ve o insanların türküleri yok olmadı, silinip gitmedi; aksine bütün bir millet tarafından benimsendi ve bunu gören yüce insan da o milletin silinip gitmesine izin vermedi.
“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” demişti Atatürk. O yüzden bu ülkeyi kendi sanatıyla kurtardı ve sanatından mahrum kalmış bir millete her şeyiyle birlikte sanatını da hediye etti.