Hayalimdeki Ev
Sihirli bir el dokunmuşçasına mükemmel bir uyumla ortaya çıkan yaşam alanları hep ilgimi çekmiştir. Her zaman insanlarının giyimleri kadar günlerini geçirmek için yarattıkları ortamların da kişilikleri yansıtmakta önemli bir yer kapladığına inanmışımdır. Çoğu kişinin yaşadıkları evlerde yaptığı küçük dokunuşlardan bile insanları anlamak zor değildir. Bu nedenle ben de rüyalarımdaki evi hayal gücümün tuğlalarını üst üste dizerek, kişiliğime dayalı inşa ettim.
Hiçbir zaman çok çocuklu bir aileyle devasa bir evde yaşamak istemedim. Benim için küçük bir evde evcil hayvanımla hayatımın geri kalanını sürdürmek yeterli olacaktır. O nedenle kocaman bir malikâne fikrini direkt aklımdan çıkartıyorum. Bazen moralim bozuk olduğunda odamda küçük değişiklerden yapmaktan çok zevk alırım çünkü o küçük değişikler modumu değiştirmekte büyük rol sahibidirler, bu yüzden evimi de olabildiğince pratik, minimalist ama güçlü ve ağır hayal ediyorum. Küçük küçük bir sürü eşya yerine büyük ama az aksesuarların bulunduğu doğal renklerin ve malzemelerin (ahşap, mermer, siyah, beyaz gibi) ön planda olduğu ve bitkilerin de yoğunlukla bulunduğu bir eve sahip olmak çok isterdim.
Amerikan filmlerinde bir sokakta yan yana bulunan aynı tipteki tuğla evlere, özellikle bazılarının arkaya açılan yemyeşil bahçelerine oldum olası bayılmışımdır. Evimde teknolojiden olabildiğince uzak durmayı tercih ederdim, televizyon yerine bir plak koleksiyonunun yanında bir pikap beni çok daha mutlu ederdi. Eve gelir gelmez müzik eşliğinde gri mermer dolaplı mutfağımda kahvemi hazırlayıp bahçedeki dev salıncağıma uzanıp kitap okumak kadar güzeli olabilir mi? Salonda büyük bir gri L Koltuk ve önünde iki tane biri ahşap ve daha alçak, biri mermer ve daha yüksek iç içe geçmiş iki sehpanın üstünde birkaç tane mum ve dergi, duvarda üzerine gittiğim her ülkeyi işaretlediğim dev gibi, siyah beyaz bir dünya haritası ve arka bahçeye bakan camın yanında, kitaplığımın önünde siyah, deri bir tekli koltuk ve üzerine uzanan uzun bir ayaklı lamba… Üst katta bulunan yatak odam da yine krem, bej, beyaz gibi renklerden oluşan aydınlık bir oda olurdu. Yine çok fazla eşya kullanmaz, bir duvarı odayı daha ferah göstermesi için kocaman bir aynayla kaplardım. Bembeyaz çarşafların serili olduğu yatağımın üzerine bolca yastığı rastgele koyar, yatağımın yanındaki komodinin üzerinde kokulu mumlar ve bir tane çalar saat yerleştirirdim (alarmsız uyanamıyorum da).
Geriye kalan son odayı da çalışma ve hobi odası yapardım. Camdan dışarıya bakan dev bir masa ve oturunca içine çöken bir sandalye, raflarda yap-bozlardan filmlere kadar her şeyin dizili olduğu bir kitaplık ve evin içindeki tek televizyon bu odada olurdu. Televizyonun karşısına en rahat koltuğu ve yumuşacık bir battaniyeyi koyar, en sevdiğim dizi ve filmleri uykuya dalana kadar burada izlerdim. Bilgisayarım da ahşap çalışma masamın üstüne koyardım ve odanın bir köşesinde kesinlikle bir kahve makinesi olurdu.
Tabii her detaya girsem, içinden çıkmak çok zor olur ama özetleyecek olursam, yaşaması ve özellikle temizlemesi kolay, kesinlikle kalabalık ve göz yorucu olmayan, sade ama görenleri kendine hayran eden bir evim olmasını isterdim. Renklerin ahenkle dans ettiği ve uyumun insanları sakinleştirdiği küçük evimde hiç sıkılmadan günlerimi geçirirdim. Tabii ki kedim ve köpeğimle…