Her şey o sabah gözümü açmamla başladı. O kadar ışığın benim perdemin minicik aralığından geçmesini siz görseniz inanamazdınız. O gün olacak önemli hiçbir şey yoktu, en azından ben öyle sanıyordum. Dolayısıyla açık gözlerimi sımsıkı kapattım. Daha iki dakika bile geçmeden gözlerim geri açıldı, ama esas tuhaf olan şey odamda değildim. Bir adanın üzerindeydim ve kumların arasında adeta gömülüydüm. Bana yatak yumuşaklığını anlaşılan kumlar veriyordu. Doğruldum. Kollarımı ve üstümü silkeledim, ardından da ayağa kalkıp bacaklarımı ve ayaklarımı silkeledim. Sonrasında etrafı tanımak ve görmek için gezindim. Etrafta tanıdık veya gezilip görülecek farklı hiçbir şey olmadığını fark edince umutsuzluğa kapıldım. Gözlerim kapalıydı. Kaybolduğumu sanmıştım. Gözlerimi yavaş yavaş araladım, anlaşılan düşüncem doğruydu. O sırada bir çığlık duyuldu, “Aa!” Bir insan sesi olduğu belliydi. Birisinin başı muhtemelen beladaydı. Bana ilkokul ve ortaokulda okuduğum seneler boyunca hep “güçsüz”, “cesaretsiz”, “beceriksiz” demişlerdi. Fakat şimdi içimdeki gücü, cesareti, beceriyi gösterme vaktiydi! Sesin kaynağına doğru yanaştım. Benim koku duyum inanılmaz gelişmiştir. Tehlikeyi rahat sezebiliyordum. Uzaklarda bir yerlerde büyük bir gemi vardı ve bu gemi batmak üzereydi. Kaybedecek zamanım yoktu, hemen kendimi denizin soğuk ve tuzlu suyuyla baş başa bıraktım. Olabildiğince hızlı yüzüyordum. Gemiye inanılmaz yaklaşmıştım. Nerdeyse vardığım o anda geminin su aldığını fark ettim. Bir deliği vardı, bulabildiğim ne kadar taş varsa oraya tıktım. Neyse ki zamanında yetişmiştim ve taşlar ağırlık yapmıyordu. Gemi inanılmaz büyüktü. Bu yüzden o kadar hızlı batamamıştı ve ben de yetişmiştim. Sonraki haftalarda televizyona ve haberlere çıkarım sanmıştım ama tabi öyle bir şey olmadı. Zaten düşününce gerçek bile olmadığı belliydi. Sonuçta bir adada uyanmıştım. Tam o sırada gözlerim aralandı. Tam da beklediğim gibi. Meğer zihnim bana oyun oynuyormuş.