“Yeterince iyi değil.”
Beynimin içlerini bıçaklarcasına anlamlandı bu cümle. Her geçen saniye daha da battı aklımda bir köşeye. Unutmak imkânsız, düşünmek boğucu hale gelene kadar battı ve battı, kanattı ve kanattı derimi. Sadece üç kelimeyle oluşmuş bu cümle kanıma karıştı ve benliğime işledi.
Önüme bir hakaretmişçesine atılan kağıt destesine bakmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu sanki o an. Gözlerim hala kağıtların üstünde gezinirken aklımdan binlerce düşünce geçiyordu. Neden yeterli değildi? Kelime tekrarlarım mı çoktu? Yoksa işlediğim konu mu saçmaydı? Nerede yetersiz kalmıştım?
Bir çift elin birbirlerine çarpmasıyla oluşan ses beni kendime getirdi. Daldığım kaygı ve sorgulama evreninden sıyrıldım ve sandalyesinde oturmuş karmaşık bir ifadeyle beni izleyen editörüme döndüm. Gözlerine hakimiyet kurmuş hayal kırıklığı yüreğime battı adeta.
“Yeniden yazman gerekecek. Yazık.”
Gözlerini benden ayırıp sandalyesini masasının arkasında kalan cama çevirdi. Derin bir iç çekti ve verdiği nefes odada dönüp dolaşıp sırtıma bir yumruk gibi indi. Bir saniye bile bizi yalnız bırakmamış olan gri gökyüzünün bana güldüğünü işittim bir saniyeliğine. Alaycı bu kıkırtı kulak zarıma işkence etti.
Titreyen ellerime aldırış etmeden masaya yayılmış kağıtları topladım olabildiğince hızlıca. Ağlamak üzere olduğumu hissediyor ve odadan en tez zamanda ayrılmak istiyordum. Üç ayım yeterli olmamıştı. Günlerce yaptığım araştırmalarım, uykusuz geçen haftalarım, mutfağımın tezgahına yığılmış kullanılmış kahve fincanlarım yeterli olmamıştı. Yeterince iyi değildim.
Göz pınarlarımda biriken bir damla yaşı sildim ve odadan çıkmak için arkamı döndüm. Adımlarımın her birinde bana tekrardan seslenilmesini, sadece ufak tefek hatalarımın olduğunun söylenmesini ve aslında başarılı olduğumu duymak istemiştim. Ancak bunların hiçbiri yaşanmadı. Yeterince yetenekli değildim ve çabalarım hiçbir sonuç vermemişti. Doğuştan gelen yetenekle üç aylık uğraş nasıl karşılaştırılabilirdi ki zaten?
Odadan çıkıp kapıyı arkadan kapattığımda hissettiğim tek şey büyüleyici bir baş ağrısıydı. Haftalarca beni kovalamış olan bu acı artık kafamı duvarlara vurmak istememe sebep olacak kadar büyümüştü. Ağlamak işe yaramıyor, düşünmek daha da canımı yakıyordu. Ellerimin titremesinin arttığını fark ettiğimde aynı zamanda kollarım arasındaki koca bir hiçten ibaret olan düzinelerce kağıdı da fark ettim. Bu kağıtlar benim iyi olabileceğini düşündüğüm saçma kelimelerle doluydu. Onlara baktıkça baş ağrım arttı.
Çıktığım odanın kapısının sağına konulmuş, sanki böyle anlar düşünülmüşçesine konumlandırılmış olan çöp kutusuna yürüyüp elimdeki kağıtları atmaya bir saniye bile tereddüt etmedim. En üst kağıttan okuyabildiğim kitabımın başlığı içimdeki kendime karşı hiçbir zaman sönmemiş nefret ateşini körükledi. Alev kükredi ve beni kendi aklımda hapsetti.
Vazgeçmeliydim. Herkes aynı şeyi söylemişti zaten. Daha bu işe başlamadan önce, motivasyonum camdan uçup gitmeden önce söylemişti. Benim hâlâ okuduğum usta yazarlara özendiğim, bir Anton Çehov veya bir Edgar Allan Poe olmayı hedeflediğim zamanlarda söylemişti. Daha hala Kristof Kolomb gibi uzak diyarlara açılmak ve yeni yerler keşfetmek istediğim zamanlarda işitmiştim beni bekleyen sonu. Neden çevremdeki herkesle savaşıp bu işe baş koyduğumu şimdi hatırlayamıyordum. Neden herkesin sözlerini göz ardı edip kafamın dikine gitmiştim hatırlayamıyordum.
Ardı ardına gelmiş başarısızlık artık sanki suyumdaydı, yediğim yemeklerdeydi, soluduğum havadaydı. Yenilgiye o kadar alışmıştım ki artık başladığım hiçbir projenin sonuna başarı beklentisi koyamıyordum. Yıkılmak rutinime, düşüncelerime, duygularıma ve bilincime o denli işlemişti ki ben artık onsuz yaşayabilir miydim bilemiyordum.
Şimdi de, bu yola başlamamdan yıllar sonra, son umut kırıntılarımı da kullanıp yine ellerim boş evime dönüyordum. Umut artık zehirdi, denemek işkence. Bu sondu. Ben artık pes ediyordum.