Bu anlatacağım sonu hep mutlu biten masallardan biri değil. Dilerdim ki öyle olsun. Ama hayat bu. Bir bakarsınız her şey iyi derken dakikalar geçmeden her şey en kötüye dönebilir. Özellikle artık daha kötü ne olabilir ki dediğiniz anlarda olur bu en kötü şeyler. İşte bu, tüm hayatımın tek dakikada alt üst oluş hikayesi. Her ne kadar toparlanmaya çalışsam da içimde hep küçük bir fırtına kopuyor olmasının sebebi olan hikaye.
En yakın arkadaşınla ne zaman tanıştın sorusu benim için hiçbir zaman kafa karıştırıcı olmadı. Çünkü cevabım her zaman kendimi bildim bileli arkadaşız oldu. Ben ruh eşlerine inanan biri değilim. Fakat o benim ruh eşimdi. Belki de dünya üzerinde sorunsuz bir şekilde anlaşabildiğim tek kişiydi. Her şeyimi tereddüte düşmeden anlatırdım ona. Yeri geldiğinde asla sahip olamadığım bir abla, yeri geldiğinde ise sanki çocuğuymuşum gibi beni koruyup kollayan bir anne olurdu bana.
Ne mi oldu sonra? Onu, tüm çocukluğumu, tek bir depremde kaybettim. Onunla beraber tüm anılarımızı da kaybettim. Ona dair her şeyi kaybettim kısacası. Ama her şey o zaman değişmedi. Ondan bana kalan mumları yakıp söndürme gücünü bulduğumda değişti. Ne olduysa tam o an, ben mumları üflediğim sırada oldu.
Birini kaybetmek zordur. Bir yakınınızı kaybetmek daha da zordur. Ama her şeyim olarak nitelendirdiğiniz bir insanı kaybetmek hakkında söylenecek sözler henüz Türkçe sözlüğe yazılmamıştır. Hayatınızın tüm düzenini alt üst edebilen bir olaydır bu. Her şeyinizi, tüm hareketlerinizi o insana bağlı olarak yaparken bir anda o kişi gider çünkü. O kişi hayatınızın bir parçası olmayı bıraktığı zaman da kim olduğunuzu unutursunuz belki de. Ya da bambaşka biri olur kötü tercihler yaparsınız.
Peki ben her şeyim dediğim insanı kaybedince ne mi yaptım? Hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Bu benim için ilk başlarda o kadar kolaydı ki. Çünkü gerçek gelmedi. İmkansızdı. Haberi duyunca şaka yaptıklarından emindim. O ölemezdi çünkü. Bu kadar erken asla mümkün değildi. Her şey normaldi benim için. Hiçbir şey değişmemişti. Günlerim aynı geçiyordu. Bir noktaya kadar tabii. O mumları yaktığımda fark ettim her şeyin gerçekliğini.
Her beni hatırlatan bir kokuya sahip olduğunu düşündüğü mumu alırdı bana. Biliyordu asla yakmadığımı o mumları. Fakat hep almaya devam etti. Böyle biriydi o. Küçük şeylere bile çok takılırdı. O mum lavanta mı kokuyordu? Hemen alması gerekirdi. Bu aynı şekilde vanilya, nane ve çilek gibi birçok koku için de geçerliydi.
Vefatından sonra aklıma geldi o mumlar. Yakmanın vakti geldiğini anlamıştım. Benim için çok zordu. Çünkü eğer o mumları yakarsam ölümünü kabullenmem gerektiğini biliyordum. Biraz da bu nedenden dolayı aklıma getirmiyordum belki de. Kaçıyordum gerçekten. Onun artık yanımda olmadığını kabullenmek istemiyordum. Herkesin başa çıkma mekanizması farklıdır sonuçta. Kimileri günlerce ağlar, yas tutar kimileri de “Ölenle ölünmez.” diyerek rahatlatır içini. Ben kabullenmemeyi seçmiştim. Bir süre iyi geldi bana bu. Ama sonra katlanılmayacak bir acıya dönüştü. İşte tam o dönemde anladım yakmam gerektiğini o mumları.
Ne kadar ağladım bilmiyorum o gece. Ama şunu biliyordum ki o mumları üflediğimde içimde bir şey yerine oturmuştu. Artık daha rahattım diyebiliriz sanırsam. Ama bu asla onu unuttuğum anlamına da gelmiyor. Birini çok özlediğinizde tüm şarkılarda, şiirlerde ondan bir parça bulursunuz. Bir martı bile görseniz acaba onun için mi uçuyor dersiniz. Bu özlem insanın sırtına yük olur zamanla. Özellikle o kişi asla geri dönmeyecek biriyse.
Benim hayatım o mumları üfleyip bazı şeyleri kabullendiğimde değişti. Hala çok özlüyorum ama kendimi üzmemi isteyecek son kişinin o olduğunu bilerek. Her hareketimi onun izleyeceğini bilerek yapıyorum. Ve artık mumları da ben alıyorum. O hiç yakamayacak olsa bile.