Oturuyorum ıslak çimenlerin üstünde. Neden doğduğumu ve o kadar yaşam mücadelesi verip hala yaşadığımı, kendimi sorguluyorum. Bomboş bir hayatın ortasında hissediyorum. Bir umutsuzluk, bir mutsuzluk var içimde. Neden doğdum, doğacak trilyonlarca ihtimal varken neden ben?
Masmavi gökyüzün izliyorum hayatımı izliyorum. Ne kadar güzel dünya, gezegenler, evren. Ne kadar mükemmeller. Ağaçlarla dolu bir yoldayım yürüyorum şehir merkezine az kaldığını yükselen egzoz dumanlarından anlıyorum. Koşmaya başlıyorum, yüzümü okşayan rüzgar hızımı arttırdıkça yüzümü acıtmaya başlıyor. Kulağım çınlatmaya başlayınca bu acıdan zevk almaya başlıyorum. Hızlanıyorum, gidebileceğim en son hızda koşuyorum. Bacaklarım uyuşmaya başlayınca kafamı kaldırıyorum. Şehir merkezine gelmişim… Karşımda bir kalabalık var, birbirleri ile alakasız bir kalabalık, hepsinin farklı bir telaşı var. Birbirlerine bu kadar yakın olup nasıl birbirlerinden bu kadar habersiz olabiliyorlar? Ben de içlerine dalıyorum ne için geldiğimi bilmeden yürümeye başlıyorum… İşe yetişmek için etraflarına dahi bakmayan insanların beni ittirmeleri ile yanlış bir yerde olduğumu düşünmeye başlıyorum. Sonradan fark ediyorum ki ben onların iletişim kurmadan artık bir kural haline getirdikleri düzeni bilmediğimden yanlış yönde yürüdüğüm için karşılarına çıkıyormuşum. Tam düzeni anladığım için sevinirken karşımda aradığım binayı buluyorum. Bembeyaz dış boyasından yansıyan güneş ışığı gözümü kamaştırsa da büyük giriş kapısı çok eski… Gıcırdayarak açılan kapının karşısında tıknaz, mutsuz bir sekreter oturuyor. Birçok iş başvurusundan geri çevrildikten sonra sekreterin masasına umutsuzca yürüyorum. Sekreter beni müdürün odasına götürürken kalp atışlarım hızlanmaya başlıyor. Koridor loş ışıkla aydınlanıyor, duvarlar kahverengi ve tonlarına boyanmış, yerlerdeki mermer insana değerli olduğunu hissettiriyor…
Bir anda kendimi müdürün odasında buluyorum. İnce ayrıntılarla süslenmiş odadan gözümü alamıyorum. Birçok ülkeden kar küresi koleksiyonu, en ünlü filmlerin kahve kupları ve daha birçok koleksiyonun yer aldığı bir vitrin. Duvarları boydan boya kaplayan ahşap bir kütüphane. Odanın tam ortasında yer alan ahşap bir masa ve masada ciddi duruşlu bakımlı bir adam oturuyor. Sekreter “buyurun müdürümüz sizi bekliyor” deyip gidiyor. Müdür iri yarı bir adam olmasına rağmen babacan bir tavrı var. Yüzündeki sıcak gülümsemeyle oturmam için sandalyeyi gösteriyor. Müdürle aramızda geçen kısa bir sohbetten sonra gerekli bilgilendirmenin sonra yapılacağını söylüyor.
Hastaneden çıkarken çaresizce bağıran bir anne görüyorum. 10 yaşındaki çocuğuna hiçbir şey yapamadan gözünün önünde onun ölümünü izlemek istemiyor. Bunun için doktorlara yalvarıyor, çözüm aramaları için, en azından bir şey denemeleri için… Uzman doktor olmadığı için çocuk ölüme terk edilmiş. Bunu öğrenince donup kalıyorum. Sabahlara kadar uykusuz kaldığım nöbetlerim aklıma geliyor. Bu hastalığı olan çocuklara gerekli müdahaleyi yapabilmek için canla başla çalıştığım asistanlık yıllarımı hatırlıyorum. Uzmanlığımı alamadan çıkan savaş yüzünden terk ettiğim ülkem, ailem, hayallerim ile şimdi hasta bakıcı olarak iş aradığım hastane koridorunda yardım edebileceğim bir çocuğu seyretmekten başka bir şey yapamıyorum…