Sessiz, karanlık bir ormanın ortasına kadar izini sürmüşlerdi. Gökte bembeyaz bir ay yükseliyordu, upuzun çam ağaçları altında iki kişi ellerinde el fenerleriyle nemli orman zeminindeki ayak izlerini takip ediyordu. Siyah ceketleri ve pantolonları gecede dikkat çekmiyordu, bir yandan fötr şapkalarını elleriyle tutup uçmalarını engellerken bir yandan da saatlerdir takip ettikleri izleri gözden kaçırmamak için uğraşıyorlardı. Artık nefes nefese kalmışlardı fakat hedeflerinin o kadar da uzak olmadığını fark edince ikisi de aniden hızlandı. Gördükleri kadarıyla tam önlerinde, loş bir ışık yayan ve bu karanlıkta bir kilometre öteden bile görülebilen bir çadır duruyordu. Çadıra yaklaştıkça yavaşladılar ve en sonunda çadırın on metre ötesinde durdular. Öndeki adam usulca çadıra yaklaştı, diğeri onu takip etti.
Ortalıkta kimsecikler yoktu, kuru dal parçalarının dik tuttuğu bir bez parçasından ibaret olan çadırda ise birinin yaşadığına inanmak çok zordu, en azından uzun süre önce terk edilmişe benziyordu. Tam iki adam da umudunu kaybetmiş bir şekilde hayal kırıklığıyla geri dönmeye hazırlanıyordu ki çamurlu zeminde kalın bir defter dikkatlerini çekti. Kalın, kara bir kapağı vardı; çamura bulanmasına rağmen sayfaları zarar görmemişti. Yol boyunca arkadaşını takip eden adam defteri aldı, dikkatlice çamurdan arındırdı ve gittikçe artan bir merak ve istekle defteri açtı. Hiç okunaklı olmayan bir yazıyla yazılmış paragraflar defteri işgal etmişti, neredeyse tüm defter bu çirkin yazıyla dolup taşmıştı. Fakat, her ne kadar ilk bakışta hiçbir şey anlaşılmasa da, her sayfanın başında atılmış olan tarihler bunun ne amaçla yazıldığını ele veriyordu. “Sanırım bir günlük bu.” dedi defteri elinde tutan ve dikkatle okumaya çalışan adam. “Günlük mü? Demek birisi burada gerçekten yaşamış.” dedi diğeri. Bir anlığına, defterin yazılı son sayfasını inceleyen adam bakışlarını arkadaşına çevirdi. “Yaşıyor demek istedin herhalde.” dedi bir kaşını kaldırarak.
“Buradaki son tarih dünün tarihi. Bu taze bir işaret. Şu an yakınımızda bir yerlerde saklanıyor olmalı.” dedi soğukkanlılıkla, bir yandan da günlüğü okumaya çalışıyordu. Diğer adam iyice meraklanmıştı ve aynı zamanda korkmaya başlamıştı. O kadar yol gelip sadece bir günlük bulabilmişlerdi, yine ellerinden kaçmasına izin veremezlerdi, yoksa kariyeri ne olurdu? Yaralı bir firariyi bile yakalamayan polis, diye içinden geçirdi. O sırada arkadaşı günlüğü okumaya başlamıştı, bütün hikayeyi özetliyordu çünkü. “Önemli bir bilgi var mı bari?” diye sordu. “Yaklaşık on gün önce buraya gelmiş, fakat yaralı olduğundan fazla zamanı olduğunu düşünmüyormuş. O hengamede kör kurşunun biri isabet etmiş olmalı.” diye cevap verdi diğeri ve devam etti: “Şöyle diyor: ‘Çitleri aştım, ormana doğru koşmaya başladım. Sonunda çıktım binadan. Yağmur yağıyor, toprak ıslak, her adımımda daha çok batıyorum. Fakat, heyhat! Hangi toprağa değmişti ki ayağım son on yılda? Hangi yağmurda ıslandım, hangi dolunayı böyle net gördüm tutsaklığımda? Ancak gücüm kalmadı artık; polisler, gardiyanlar peşimde, duyuyorum. Sol bacağımı hissetmiyorum ama bir yandan görüyorum oluk oluk akan kanı. Takatim yok, düştüm kaldım orada. Fakat bir mucize oldu, aniden biri omzuma dokundu. Beni buraya kadar taşımış, çadır kurup beni burada bırakmış. Biraz yemek ve su ve bir de tabanca bırakmış.’ ” “Tabanca mı?” diye sordu şaşkın bakışlarla öyküyü dinleyen adam. Tanımadıkları bir ses aniden cevap verdi: “Evet.”
Birkaç ay sonra kayıp iki dedektifi ormanın ortasında çürümüş halde bulan polisler cesetlerin yanında al kan olmuş günlükten tüm hikayeyi öğreneceklerdi, ve günlüğün son sayfasında yazanlar herkesin tüylerini ürpertecekti: “Artık özgürüm.”