Gülümse!

Gülmek, hiç şüphesiz insanın içine sığmayan mutluluğunun ve keyfinin en doğal indikatörüdür. Bana kalırsa şaşırdığımızda dudaklarımızın bükülmesinden veya küplere bindiğimizde çatılan kaşlarımızdan daha farklıdır gülmek. Bu ayrışmaya etken duygular ve görünür olaylardan bağımsız olarak da inanıyorum, sadece plansızlığı ve vücudumuzdaki etkisini göz önüne aldığımızda bile bambaşka bir eylem olduğu aşikârdır.

 

Beyin saf bir organ aslında, kandırılmaya oldukça müsait. Öyle ki beş dakika kendi kendinize güldüğünüzde bile gerçekten mutlu olduğuna inanıp sizi de buna inandırabiliyor. Bu sebepten ötürü, esasında dış çevre hedefli bir fiil olarak görünmesine rağmen bireysel duygu ve davranışları da fazlasıyla etkilediğini kabul etmek zorundayız.

 

Yaşamın hiç bitmeyen bir yolculuk olduğunu düşündüğümüzde hiçbir mutluluğun içimizde sonsuza kadar çiçek açtırmayacağını, hiçbir üzüntü ve kederin de son nefesimize değin umut ağacının yapraklarını kurutmayacağını biliriz. Bunu bilimsel bir veriyle süsleyebilir miyim veyahut bir araştırmayla kanıtlayabilir miyim bilmiyorum ama en sıkışık, en içinden çıkılmaz anlarda gülmenin derdin ağır kütlesine kanat taktığına eminim. Ardından kasılmış kaslar yavaşça gevşer, karnın sıkıntılı ağrısı geçer ve işler yoluna girmeye, siyah beyaza kaçan renkler gelmeye başlar.

 

Ne romantik, ne klişe bir öğüt! Bu tavsiyeyi herhangi cici kapaklı bir kişisel gelişim kitabının arkasında okusaydım muhtemelen gözlerimi devirip rafa geri bırakırdım. Ancak kafamıza vurula vurula öğrendiğimiz şeylerden birisidir mutlu olmak, onu sadece kendimizde aramak. Bu sebeple beynimizin bu illüzyonu da o kadar şaşırtıcı değil esasında.

 

Yaratmak, aniden gelen bir şevkle olduğu zaman keyif verir. Bazıları gece geç saatlere içini açabilirken bazıları da gündüze eser teslim edebilir. Bazen ise sadece ortaya konması gereken bir ürün, yapılıp bitirilmesi gereken bir iş vardır. Anın gerginliği ve sorumlulukların sizi zorlayıp tehdit etmesi içinizdeki yaratıcılık kırıntılarını süpürüp gidebilir. Bu anlarda zamana hapsolup kalır, telaşla saatlerin verimsizce geçmesine göz yummaktan başka pek bir şeyler yapmayız. Aslında çözüm birkaç çiğ espri, biraz da çok demli kahkahadadır.

 

Elbette beceri, birikim, plan gibi üretmenin temel gereksinimlerinden yoksun bireyler isterlerse günlerce avare kahkahalar atıp espriler patlatsınlar yine de ortaya kayda değer bir şey koyamazlar. Bu yüzden bu yolda karşımıza çıkan sayısız rampaların, yokuşların sadece birisini aşmada gülmenin kapısını çalabiliriz.

 

UCL Üniversitesindeki bir profesör gülmenin karşı tarafa rahat ve güvende hissettiğimize dair sinyaller gönderdiğini söylemiş. Rahat hissedilmeyen bir ortamda yaratma duygusunun bizi terk etmesi işten bile değildir. Bu yüzden gülmenin o kasvetli havayı dağıtıp bulutları araladığını hissetmemiz çok da absürt değilmiş.

 

Yaşamı çok ciddiye alıp anı, saati, günü kaçırabiliyoruz zaman zaman. Korkunun, endişenin ve melankolinin bu ciddiye almanın ve hayatı ıskalamanın temel sebebi ve nihai sonucu olduğunu reddedemem. Somurtmaya devam ettikçe, hayatla oyun oynamayıp bir kahkaha patlatmadıkça ortaya önemli ve özgün hiçbir şey konulamayacağını, başarıya asla ulaşılamayacağını söyleyebilirim. Zaten esas başarı da bu birkaç baharlık hayatı layığıyla yaşayabilmek değil midir?

(Visited 256 times, 1 visits today)