Kafamı hafifçe kaldırdım. Gördüğüm görüntü karanlık değildi fakat aydınlık olmadığına da emindim. Hatırladığım aydınlık bu değildi. Araba motorlarının seslerini kulağımda, tekerlerin altında can çekişen yolun titreşimlerini beynimin içinde hissediyordum. Üstümüzdeki gri gaz duvarını incelemeyi bırakıp bakışlarımı yere indirdim.
Karşılaştığım başka gri bir duvar oldu. Ardından gözlerimi kapattım, Ankara’nın güçlü ayazını tenimde hissetmeyi bekledim. Gökyüzüne uzanan taştan canavarların arasında kaybolan rüzgar bana ulaşamadan yolunu kaybederken ben de dünden bugüne çok şey kaybettiğimizi fark ediyordum. İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha fazla unutuyorduk ve bunun için harekete geçen kimse kalmamıştı; ayak basacak, insan gömecek bir avuç toprağımızın bile kalmaması gibi. Bu durum beni insanların yaptıklarına artık şaşırmadığım gerçeği kadar üzmüyordu beni.
İnsanlara karşı umudunun kalmaması, yok etmeye devam edeceklerini bilerek yaşamak, koskoca gezegende ellerimizin altında can çekişen dünyayı kurtaracak kimseye rastlayamamak… Çünkü alıştık. Yetişen her ağacın kesilmesine, yararı dokunan her şeyin yolunu kesmeye, yok etmeye alıştığımız gibi bu şehri çevreleyen gri ve korkunç görüntüye de alıştık. Önce biraz ağladık ama bunlarla yaşamayı öğrendik.
Aslında neye alıştığımıza gelecek olursak, güneşsiz bir yaşam sürmeye alıştık. Ağaçların yaşamının tam ortasına dikilen bir binanın on beşinci katında ikamet eden bir aile için geçerli olmasa da bu güneş ışıklarını tuğlaların arasında kaybetmeye alıştık.
Çocuk sesleri olmadan daha sessiz ve huzurlu yaşadığımıza inandırdık kendimizi. Yıldızlı bir gökyüzünün neye benzediğini, sokaktan geçen bir köpeğin başını okşamayı unuttuk zaman geçtikçe. Griye boyandı tüm şehir. Ne beyaza, ne siyaha. Arafta kalmış, içimizdeki iyilikle kötülüğün arasında ezilmiş bir griye boyadık kendi ellerimizle.
Yeşilin tonlarını gömdük bu çimento yığınlarının altına. Ulaşabildiğimiz tüm maviler üç oda bir salon evinde evreni keşfetmeye çalışan küçük bir kız çocuğunun gözlerinden ibaret artık. Dile kolay elli yılda değişiyor her şey. Bazen bir insanla bazen zamanla ama sen engel olamadan değişiyor.
Taşları eskimiş kaldırımlardan birinde yürüyordum bunları düşünürken. İçimizdeki yenilenme istediğinin elini sokamadığı nadir sokaklardan birinde. Adımlarım çok yavaş. Araba seslerinin ötesine geçmeye çalışıyordum. Kuş seslerini, köpek havlamalarına ulaşmaya çalışıyordu kulaklarım tüm kuşların göçtüğünü, tüm köpeklerin esaret altında yaşamaları için toplandıklarını hatırlarken.
Asıl kızmam gerekenin kendim olduğunu anladım daha da derin düşündüğümde. Bunlara engel olamadığım ve çocukluğumu da tüm o ağaçlar gibi duvarların altına gömmelerine, geleceğimizi yıldızlar gibi söndürmelerine engel olamadığım için kendime kızdım her şeyden önce.
Bu şehirler, bu gökyüzü, bu dağlar, bu yollar… Acımasız olan değildi bu saydıklarım, yaşadığımız çağ ve tüm insanlıktı. Bu vicdanını, merhametini yitirmiş insanlığı yola koymaya çalışmamamızın bir eseriydi bu gördüklerim.
İşte tüm bu acı gerçekler ve pişmanlık içinde, bedenimin bu betonlar içinde üşüyeceğini bilerek ayrılacaktım bu hayattan, sevdiklerimin sulayacak bir parça toprağa muhtaç kalacağını bilerek.