Binlerce karakterde milyarlarca insan var fakat kaç tanesi gerçek iken, kaç tanesi olmak istediği maskenin arkasına saklanmıştır? Sergiledikleri karakterlerin arkasında yatan kişiden korkmalarından mıdır bu durum yoksa?
Özgüven kavramı ve karakter gelişimi çocuk yaşlarda aile ortamında başlar. Bu kavramlar kişide zamanla oturur ve kişilik haline gelir. Özgüven eksikliği ise bazen fazla korumacı davranarak çocuğun hareketlerinin kısıtlanmasıyla ya da sürekli eleştirilere maruz kalarak kıyaslamayla büyüyen çocuklarda ortaya çıkan gizli bir tümör gibidir. Çünkü gelecek vadede zamanla vücuda yayılıp dokulara, karakteristik özelliklere, zarar verecektir.
Özgüven eksikliği yaşayan bireylerde gördüğümüz birkaç tipten biri “egoist” olarak adlandırdığımız fakat aslında sahte özgüven anlamına gelen bir tiplemedir. Ego kafamıza fazla özgüven gibi yerleşmiş bir ifade de olsa aksine özgüvenden yoksun bireylerin dışarıya bu durumu perdeleme çabasıdır. Ego insanlara üstten bakar, onları yargılar belki de küçük düşürmeye çalışır. Bunları yapar ki kendi foyası ortaya çıkmasın. Aslında olmaktan rahatsız olduğu ve herkesten yetersiz gördüğü kişiliğini öyle bir baskılar ki kendine olan negatif duygu ve düşüncelerini başkalarından çıkarır. Seçtiği kurbanlar ise genelde imrenerek baktığı ve olmak istediği kişilerdir veyahut kendinde sevmediği, kabullenemediği özellikleri barındıran karakterlerdir. Kendilerinin sürekli ne kadar güçlü ne kadar farklı olduğunu anlatma çabası içerisindedirler. İnsanlara bir şey kattıklarını sanarken bile aslında sadece kendilerinden örnek verip kendilerini anlatırlar yani kendilerini pohpohlarlar. Başkalarında buldukları kusurlar genelde kendilerinde beğenmedikleri, onaylamadıkları özelliklerin yansımasıdır. Bunları gördükleri yerde üstüne saldırırlar çünkü kendi gerçeklerine katlanamazlar.
Yetersizlik hissinin başka bir şekli ise küçüklükten itibaren yeterli ilgiyi alamamış, başlarıyla kıyas içinde büyümüş bu sebeple de insanların onu olduğu gibi seveceğine ve kabulleneceğine inanmayan tiplerdir. Bu durum sonucunda hayır kelimesini lügatında bir türlü bulunduramayan ve başkalarının beğenisini kazanmak uğruna muhtemelen farkında bile olmadan karakterini, kararlarını, düşüncelerini dış etmenlere göre şekillendiren bireyler doğmuş oluyor. Böylece birey kendinden uzak bir kişiliğin içine hapsolmuş bir şekilde kalıyor, hakiki kendini tanıyabilecek fırsatı başkalarına vermeyi bırakın kendisine bile o fırsatı tanıyamadan bu dünyadan göçüp gidiyor.
Üçüncü tiplememiz ise aslında ne egoist ne de tam anlamıyla özgüvensizdir. Sadece kendilerinin en iyi versiyonuna ulaşmaya çalışırken bazı adımları atlayan kişilerdir onlar. Sahip olmayı istedikleri özellikleri kendilerine kazandırırken uygulama kısmını atlayanlardır bir nevi. Dışarıya kendini olmak istediği ya da belki de olduğunu sandığı şekilde lanse ederler. Fakat daha o noktaya gelememiş birer toylardır.
Peki ya gerçek insanlar nasıldır? Gerçek olmayı başarabilmiş ve kendini olduğu gibi kabullenmiş bir birey kendini anlatma ya da gereksiz yere açıklama ihtiyacı bile duymaz. Çünkü kendinin nasıl biri olduğunun farkındadır ve bunu zaten davranışlarıyla dışarı yansıtmaktadır da. Varlığıyla bile bir rol model teşkil ederler aslında. Liderlik vasıfları kendilerinden durmadan bahsederek yol göstermekten geçmez asla. Genele yönelik konuşarak fikirlerini beyan ederler ve bunu yukarıdan bakmak olarak görmektense düşünce alışverişi olarak görürler. Güçlüdürler çünkü bunu kendilerinin içten içe biliyor olması onlara yeter ve dışarıdan bir ilgi ya da yorum beklemezler bu konuda. Günün sonunda hiçbir zaman reklama ihtiyaç duymazlar, bilirler kimin ne olduğunu aslında. Margaret Thatcher’ın da dediği gibi “Güçlü olmak hanımefendi olmaya benzer. Birilerine öyle olduğunuzu söylemek zorundaysanız öyle değilsinizdir.”.