Yine sıkıcı bir Pazartesi günü; haftanın ilk günü. Hafta sonundan sonra okul ve iş… Herkes işine ve okula gidiyor, ben dahil. Ben okula gitmeye hazırlanıyorken babam da işe gitmeye hazırlanıyor. Annemin işi daha geç saatte başladığı için o şimdilik evde duruyor.
Annem beni yolcu ettikten sonra evden çıktım ve babamla yürümeye başladım. Babam bana “Bugün eve gelmeden süt al olur mu? Çok işim var ben gidemiyorum.” dedi ve cebime 25 Lira koydu. “Tamam.” dedim. iki dakika sonra yollarımız ayrıldı. O işine ben okuluma gidiyordum. Okula ulaşmama daha yirmi dakika vardı. Oyalanmak için elime küçük bir kar topu aldım. Elimin hızla donduğunu hissettim. Karın tadını merak ediyordum ama tatmaya cesaret edemedim. Sadece “Pekmezli kar yesek ne güzel olurdu.” diye düşündüm.
Annem sağ olsun iki kat mont giydirdiği için üşümüyordum. Yolda bir kadın ve adam gördüm. Adam büyük bir kar yığınının arkasına geçip bir kar topu yaptı. Sonra bir avuç büyüklüğünde bir kar topunu arkası dönük şekilde arabasını temizleyen kadına fırlattı. Kadın çığlık attıktan sonra etrafına baktı. Adam “Ne oldu?” dedi. Kadın “Birisi bana kar topu fırlattı.” dedi. Merakla izliyordum onları. Adamın dayanamayıp gülmesiyle rahatladım; eş olduklarını anladım. Meğer adam kadına şaka yapıyormuş. Etrafı izleyerek yürümeye devam ettim.
Okula geldim. Cebime bir kar topu sıkıştırıp içeri girdim. Yukarı kata çıktığımda beş kişi vardı. Sınıfta şu an Egop, Lohom, Da Vicuardu, Les Pagoz ve Dudimen vardı. Egop ismindeki gibi egolu biriydi. İsmiyle tesadüf müdür artık bilmiyorum. Lohom yaramaz ama yaptıklarının bedelini çoğunlukla ödemeyen ve hep cezalardan kaçan biriydi. Da Vicuardu resim çizmeyi çok seviyordu ama içine kapanıktı. Les Pagoz ise varlıklıydı ama Egop gibi egolu değildi. Çarşamba onun en sevdiği gün olduğu için her çarşamba tüm sınıfa 25 dolar veriyordu. Dudimen ise… Kırmızı kıyafetleri severdi. Onunla ilgili tek bildiğim buydu.
Ders başlamak üzereyken sınıfa Agapurkun girdi. O da Kristof Kolomb gibi uzaklara açılmak ve yeni yerler keşfetmek istiyordu. O eğlencelidir. Benim en yakın arkadaşımdır. Bir gün ben de onun gibi uzaklara gitmeyi diliyorum.
İlk iki ders Türkçeydi. Dersler bitti ve teneffüs oldu. Zil çaldığı an yer sallanmaya başladı. Herkes istemsizce tavana uçup yapıştı. Üste doğru bir kuvvet gerçekleşiyordu, sanki yerçekimi tersine dönmüştü. Herkes bağırıp çağırıyordu. Les Pagoz’un çantasından binlerce dolar saçıldı ama o buna aldırmadı. De Vicuardu’nun da kalemleri saçılmıştı. Egop görünümüne bir şey olacağından korktuğu için ağlıyordu. Sonra etraf karardı ve herkes yere düştü. Sırtım çok ağrıyordu. Zifiri karanlıktı. Sırtım çok ağrıdığı için sürünüp telefon kutusunu aradım. Elimle yokladım ve hissettim. İçinden rastgele bir telefon aldım. Les Pagoz’unkini almışım. Phoneic 34. Piyasayadaki tüm telefonlardan daha fazla özelliğe sahip bir cihazdı. Babası erkenden almış olmalı. Les Pagoz da zaten kullanmama bir şey demezdi. Telefonun ışığını açtım. “Dünya varmış”. Telefonu geri Les Pagoz’a götürdüm.
Herkes yerde yatıyordu. Ama hepsi uyanıktı. Ne olduğunu kimse bilmiyordu. Dışarıdan aralıksız dalga sesleri geliyordu, oldukça yüksekti. Camdan dışarı baktım. Dışarıda bir girdap vardı ve gittikçe küçülüyordu. Alanımız da küçülüyordu. Egop “Ben buradan gidiyorum!” dedi ve camdan atladığı an girdap onu çekti ve uzağa uçtu. “Herhalde artık onu bir daha göremeyeceğiz.” diye düşündüm; Egop’tan pek hoşlanmasam da çok üzülmüştüm. Girdap hala küçülüyordu. Ona dokunan herkes uzağa uçuyordu. De Vicuardu “Ne yapacağız?” dedi. Herhalde bu onu ikinci kez konuşurken görüşümdü. Birincisinde de zaten “İsmim De Vicuardu.” demişti. Her neyse, sonra Agapurkun “Girdapa gireceğiz!” diye bağırdı. Ben onaylamadım ama eninde sonunda küçülüp bizi fırlatacak derken, uçmaya başladık. Girdap çoktan küçülmüştü. Okulla birlikte uçmaya başladık. Uçan ev gibi ama okuldayız… Sınıfta çarpmadığımız yer kalmadı. En sonunda ben kafamı vurdum ve bayılmışım.
Uyandığımda bir mağaranın içindeydim. Agapurkun da oradaydı. Ölmemiştik ama bacağımda büyük bir yarık vardı. Neyse ki yürüyebiliyordum. Yerde diğerlerini gözleri kapalı şekilde yatarken gördüm. Onların nabızlarını kontrol ettim, yaşıyorlardı ama baygınlardı. Bir tek Agapurkun ve ben uyanıktım.
Mağaranın karanlığına doğru Les Pagoz’un telefonunun ışığıyla girdik. İleri gittikçe yolumuz küçülüyordu. Beş dakika sonra yol aniden kocaman oldu. Sonunda geldik ama burada kocaman bir oda vardı. Bir dakika; bu bir oda değil, bu bir volkan! Biz bir volkanın içindeydik! Ve burası bir mağara değildi! Sıcaklıktan üstümüze su dökülmüş gibi terlemeye başladık. Çünkü yakınımızda lav vardı ve bölge çok sıcaktı. Lav çok hızlı bir şekilde üstümüze gelmeye başladı. Sanki canlıymış gibi bizi kovalıyordu ve acayip hızlıydı. Bizim hızımızdaydı. Lav sabit hızda bizden hep neredeyse yarım metre uzaklıktaydı. Agapurkun ve ben koşmaya başladık. Her sert bir adım attığımda bacağım acıyordu ve bağırıyordum; yarık çok büyüktü. Gücümüzün tamamını kullandık ve volkanın dışına çıkmayı başardık. Diğerleri de volkanın dışındaydı. Lav volkanın dışına çıkamadı. Yaralıları volkanın uzağına taşıyıp kaçmaya başladık. Arkada kimseyi bırakmadık.
Bir köye geldik. Susamıştım. Cebimdeki kar çoktan suya dönmüştü ve oradaki sıcaktan o da buhar olmuştu. Galiba tansiyonum da düşmüş olabilirdi. İki kat mont ve lav sıcaklığı yüzünden. O an bayılmamam bile bir mucizeydi. Bu arada galiba Güney Yarım Küre’deydim. Çünkü ben normalde Kuzey Yarım Küre’deyim ve orada kış oluyordu. Montlarımı artık çıkardım ve orada bıraktım. Evimin orası ne kadar soğuk olsa bile… Zaten bir kaç kıta uzaklıkta bile olabilirdim.
Yerlilerden yemek ve su aldık. Herkes yemeye başladı ve tüm tabakları resmen silip süpürdük. Artık yola koyulma vaktiydi ama nasıl koyulacağımızı bilmiyordum. Les Pagoz’un aklına bir fikir geldi. Telefonunu satıp hepimize uçak biletleri alacakmış. Bir yerliye satmaya gittik. Yerli adam onu 300 zümrüde aldı. O kadara değer çünkü bu telefon bir tek Les Pagoz’a özel ve yerliler telefonun ne olduğunu bilmiyordu. Artık o yerli bu yerlilerin kralı ilan edildi.
Uçağa bindik. Uçak Türkiye’ye, Ankara’ya gidiyordu. Oradan da yolu bulurduk. Çünkü Les Pagoz’da yedek bir Phoneic 21 vardı.
Ankara’ya geldiğimizde okulun yolunu telefonda navigasyonla bulduk. Üşümeye başladım. Oradaki sıcaktan sonra burada donuyordum. Üstümde montlarım da yoktu. Kesinlikte hasta olacağımı düşündüm ama tüm bu olanlardan sonra umurumda değildi. Arkadaşlarla konuşurken bir ses duyduk: “Beni bıraktınız.” Bu Egop’tu. Yüzü gerçekten perişan haldeydi. Herkes şaşırmıştı ama kimse de mutlu bir yüz görmedim. Dudimen “Biz seni bırakmadık, sen gittin, bizi suçlama! Bekle… Sen nasıl geldin?” “Bu seni ilgilendirmez.” dedi Egop. Herkes meraktan çatlıyordu ama kimse onunla iletişime geçmek istemiyordu. “Peki.” dedi Agapurkun. Artık herkes evine gidiyordu.
Tam okulun bitme saatinde eve doğru yola çıktığım için sanki normal bir gün olmuş gibiydi. En azından ailem öyle sanıyordu. Donuyordum. Birisi bana kartopu attı. Etrafa baktım ama donduğum için eve koşmaya başladım. Tam eve yaklaşmışken babamı gördüm. Babam “Hey! Niye montun yok?” diye sordu. Ben de “Anlatırım” dedim. Biraz sessizlikten sonra babam bana bir soru sordu, “Bu arada süt aldın mı?”.