Bir köyde Zeynelabidin adında bir çocuk yaşardı. Zeynelabidin babasının tayini çıkmasından dolayı ailesi ile birlikte şehre yerleşmek zorunda kaldı. Köyden ayrılırken en sevdiği arkadaşı ona küçük bir kutu verdi ve kutunun içindeki maddeye dokunmaması gerektiğini söyledi.
Şehre gittiklerinde hemen ilk işleri Zeynelabidin’i okula yazdırmak oldu. Hemen ertesi gün okula başladı. Okula ve yeni arkadaşlarına alışmakta zorlanıyor ve köyü çok özlüyordu. Duygularını ailesi ile paylaşamıyor, onları üzmekten çekiniyordu. Köydeki arkadaşını özlediği bir gün aklına arkadaşının ona verdiği küçük kutu geldi. Nasıl da unutmuştu kutuyu ve haftalardır aklına gelmemişti. Koşarak eve geldi ve hemen odasına gitti ve kutuyu aramaya başladı, ama kutu ortada yoktu. Annesine ve babasına da sordu, onlar da görmemişti. Zeynelabidin buna çok üzüldü. Ağlamaktan uykusu geldi ve o kutuyu rüyasında okulun kütüphanesinde gördü. Sabah uyanır uyanmaz okula gidip kütüphaneye baktı ama bulamadı. Tam ümidini kaybederken karşısına arkadaşının verdiği kutu çıktı, işte o önündeydi. Kutuyu alıp hızlıca sınıfa girdi. Endişe ve korkuyu bir arada yaşıyordu. Kutu nasıl kütüphaneye gelmiş ve birden önüne çıkmıştı? Artık kutuyu açmalı ve bu meraktan kurtulmalıydı. Ama “kutuyu sakın açma” sesleri sürekli kulağında çınlıyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Kutu heyecandan elinden düştü ve kapağı açıldı. İçinde küçük kırmızı bir taş parlıyordu ve gittikçe büyüyordu. Taş büyüdükçe Zeynelabidin’in korkusu da büyüyordu. Artık yüksek sesle ağlamaya başladı. Sınıftan koşarak çıkmak istiyordu ama birden her şey değişti. Sıcacık iki kol onu sımsıkı sardı. Birden rahatladığını hissetti. Arkasına dönüp baktığında arkadaşını gördü ve mutluluktan havalara uçtu. Artık korkmuyordu ve huzurluydu. Annesinin sesiyle kendine geldi ve anladı ki her şey bir rüyaydı. Gülümsedi, kocaman bir öpücük kondurdu annesine.Bu gizemli kutu ona her şeyin her zaman kötüye gitmeyeceğini, sevdikleri yanında olmasa da sevgilerini hep hissedebileceğini göstermişti.