Bir ara tatilde dedemin Trabzon’daki yaylasına gittiğimiz bir günü hatırlıyorum. Yolda hiç durmadan dokuz saatlik bir yolculuktan sonra oldukça yorgundum. Sabah, dedemin koyunlarına bağırdığı çığlıklarla uyanmıştım. Camdan bakınca dedemin gözleri nar suyu içmiş gibi kıpkırmızıydı. Uykulu bir halde olduğumu düşünerek pek dikkate almadım. Ancak dedemin levye ile kapıyı tıklattığını fark ettim.
Kapıyı açtığımda, dedem bana saldırmaya çalıştı. Neyse ki, ayağı halıya takıldı ve kafasını ısıtıcının sıcak yüzüne çarptı. Hemen bodrum katına kapattım. Bu olayın ardından koyunların gözleri de kırmızıya dönmeye başladı. Panikle ne yapacağımı düşünürken, eşyalarımı parçalayan babam ve annemle karşılaştım. Hemen dedemin silahını alarak motorla kaçtım.
Yakınlarda bir kulübe bulup geceyi orada geçirdim. Ertesi gün babam ve annem evdeki eşyaları parçalıyordu, ancak gözleri kırmızıydı. Akşama doğru annem odama gelerek en sevdiğim peluş oyuncak olan ayıcık Bonboy’u koparmaya başladı. O gün hem sinirli hem üzgün hem de kararlıydım.
Ertesi gün kasabadan bağırma sesleri geldi ve bu durumun yaygın olduğunu anladım. Bir yer altı sığınağı kazmaya başladım. O gün sadece dedemin yaylasında kulübeye birleşen bir yer yaptım, hem geçiş var hem de sığınak.
Planım çok iyi ilerlerken, beşinci gün bitkilerin de enfekte olduğunu fark ettim. Pes etmeye karar vermişken, SWAT ekibi geldi ve içinde panzehir bulunan bir top verdi. Altıncı gün topu yaylaya attım ve bütün canlılar düzelmeye başladı. Çok mutluydum çünkü artık yaylada oynayabilecektim. Ancak, babam pazartesi günü işi olduğunu söyleyince hayallerim suya düştü. Eve dönerken, yaşadığım olayları düşününce kendimi Five Nights At Freddy’s oyununu oynayan bir karakter gibi hissettim.
BU ARADA TRABZONLUYUM.