Meyra, gözüne giren güneş ışıklarıyla uykusundan uyandı. Etrafta hiç ses yoktu. Yatağından kalktı ve yatağını topladıktan sonra camı açıp odasından ayrıldı. Banyoda sabah rutinini tamamladıktan sonra kendine büyük bir bardak su doldurdu ve odasına geri döndü. Her sabah kahvaltı yapmadan önce kitap okurdu; bu, onun çok sevdiği bir alışkanlıktı. Kitaplar, ona her zaman bir başka dünyanın kapılarını aralamıştı; bir kaçış, bir sığınak, bazen de gerçekliğin ötesine geçen bir yaşam arayışıydı onun için. Kitaplar, Meyra için sadece sayfalarda yazılı kelimeler değildi, yaşayan, hissedilen bir dünyaydı. Bugün, kütüphaneden aldığı ‘Kürk Mantolu Madonna’yı okumak istiyordu. Bir kitap, onu ne kadar içine alabilirdi? Bir karakter ne kadar gerçek olabilirdi? İşte, o sorunun cevabını bugün öğrenecekti.
Kitap, eskimiş kapağı ve sararmış sayfalarıyla ona pek çok şey vaat ediyordu. Kütüphane görevlisi, “Bu kitap çok eski,” demişti ona kitabı verirken. “Dikkat et,” diyerek uyarmayı da ihmal etmemişti. Meyra, içinde bir merak kıvılcımı yanarak, kitabı heyecanla alıp eve dönmüştü. Şimdi, serin bir kış sabahında, kendisini başka bir dünyaya bırakmaya hazırdı.
Odasındaki koltuğa geçip kitabı okurken onu etkileyen bir cümlenin altını çizdi Meyra ve birden kitabın sayfalarındaki kelimeler, Meyra’nın gözlerine daha farklı görünmeye başladı. Her cümlede, her satırda, adeta başka bir gerçekliğe doğru sürüklendiğini hissetti. Bir gariplik fark etti metinde; sanki yazılan her şey, her harf, canlanıyordu. Sayfalar birbiri ardına hareket ediyor, kelimeler bir an için ona bakıyormuş gibi hissediyordu.
Birden, kitaptan bir ışık huzmesi fırladı. Meyra, ışıktan dolayı gözlerini kırpıştırmaya ve açık tutmakta zorlanmaya başladı. Işık, odanın içinde dönüp duruyordu. Sanki sayfalar kendiliğinden hayat buluyor, gözlerinin önünde bir başka dünyaya dönüşüyordu. O an, gerçekliğin sınırları silinmiş, zaman bir nebze durmuştu. Kitap, birden gözlerinin önünde canlanmıştı. Başka bir hayat, başka bir zaman ve başka bir dünya… Tüm bunlar, bir yankı misali odanın dört bir tarafını sarmıştı. Bir an için, her şeyin bir düş olduğunu düşündü Meyra; ama bu düş, o kadar canlıydı ki, gerçeklik ile hayal arasındaki sınır bulanıklaşmıştı.
Ve sonra…
Raif Efendi, sayfalardan sıyrılarak odanın içinde belirdi. Bakışları, sanki uzun süre önce kaybolmuş bir huzuru arayan, ama ne kadar arasada hala bulamamış yalnız bir adamın bakışlarıydı. Meyra, büyülenmiş bir halde, adeta bir hayal görüyormuşçasına ona bakakalmıştı.
“Siz… siz kimsiniz?” dedi Meyra, sesindeki titremeyi zar zor saklamaya çalışırken.
Raif Efendi, derin bir iç çekişle gözlerini Meyra’nın gözlerinden ayırmadan, “Ben Raif Efendi,” dedi. “Ve belki de artık konuşma zamanıdır.”
Meyra, şaşkınlık içinde Raif Efendi’ye bakarken, daha önce hissetmediği bir şey hissediyordu. Zaman sanki bir anlığına durmuştu. Raif Efendi’ye baktıkça, Raif Efendi’nin daha önce söyledikleri, Meyra’nın zihninde yankı yapıyordu: “Bazen bir adam yalnız doğar ve yalnız ölür; yaşamının en büyük anlamı, yalnızlıkla yüzleşmektir.”
“Yalnızlık,” dedi Raif Efendi bir anda, “Bir insanın en karanlık dostu ve aynı zamanda en acı verici düşmanıdır. Ben o düşmana, o dosta hayatımda hep ona sarıldım, ama bir an bile gerçekten yalnız kalmak istemedim. Hep bir çıkış aradım, ama bulamadım.”
Meyra, bu sözlerin içinde kendini buldu sanki. Yalnızlık, onun için o kadar tanıdık bir kelimeydi ki.
“Neden beni buldunuz? Neden ben?” diye sordu Meyra merakla.
Raif Efendi, gözlerini kapatarak bir süre düşündü, sonra yavaşça cevap verdi: “Çünkü sen, benim içimdeki boşluğu anlayabilecek birisin biliyorum. Ben uzun süre bunu anlayabilecek birini aradım, seni aradım aslında bir nevi. Belki de birbirimize anlatabileceğimiz tek şey, yalnızlık ve bekleyiş biliyorum. Belki de sende beni tam anlamıyla anlayamayacaksın, bilmiyorum. Ama insanlar birbirlerini ne kadar anlar ki zaten? Sözlerinden herkes farklı bir şey anlamaz mı en nihayetinde? Peki ya insan kendini anlayabilir mi? Bilmiyorum işte bunu. İnsanının kendisini anlaması, yaşamın en büyük sırrıdır belki de.”
Meyra, bu sözlere dikkatle kulak verirken, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Kitabın her kelimesi daha farklıydı onun için artık; her cümlede bir başka hayatın izlerini görüyordu.
Fakat birden, her şey değişti. Raif Efendi’nin silueti titremeye başladı, yok oluyordu. Meyra, derin bir hayal kırıklığı ve biraz şaşkınlık içinde, “Ama… siz… neden gidiyorsunuz?” dedi.
Raif Efendi, hafifçe gülümsedi. “Çünkü, belki de ben hiç burada değildim. Belki de sen, benim yalnızlığımın bir parçasıydın sadece.”
Meyra, bu sözlerle birlikte içindeki boşluğu, yalnızlığı ve özlemi çok derin bir şekilde hissetti. Ama birden kitap, Meyra’nın ellerindeyken sayfaların arasında bir şeyler hareket etti. Raif Efendi’nin silueti, son bir kez daha sayfanın ortasında belirdi. Ama bu kez Raif Efendi’nin bakışları, ona değil, başka bir yere bakıyordu.
Meyra kitabı hızla kapattı. Raif Efendi, sadece bir hayaldi, bunu biliyordu. Kitaba baktığında kitabın kapağında bir değişiklik fark etti. Kapağının kenarında bir yazı yazıyordu:
“Gerçek, belki de sadece hayal edilen bir şeydir.”
Meyra, bir an şok içinde durdu. O anda, kitabın sayfalarında gördüğü her şeyin aslında kendi içsel yolculuğunun yansıması olduğunu fark etti. Raif Efendi, belki de sadece bir arayıştı, bir düşünceydi. Kitap, Meyra’nın içinde bir yerlerde canlanmış bir hayaldi ve o hayal, onu bir adım daha ileriye taşımıştı. Ama aynı zamanda, belki de Raif Efendi’nin yaşadığı yalnızlık, ona kendi yalnızlığını gösteren bir yansıma olmuştu.
Belki de Raif Efendi, Meyra’nın yalnızlığının bir parçasıydı sadece.