Genetik mühendisliği özellikle son yıllarda genetik kalıtım üzerine yapılan çalışmalarla azımsanmayacak derecede hızlı bir gelişim göstermektedir. Bu alan yıllar içinde önemli ölçüde ilerleyerek tarım, tıp ve sanayi gibi çeşitli alanlarda bizlere çeşitli uygulamalar sunmuştur. Genetik mühendisliğinin başlıca faaliyet gösterdiği alanlara bakacak olursak tarım sanayisini örnek olarak verebilir. Genetiği değiştirilmiş ürünler (GDO’lar), insan sağlığı için zararlı olabilecek hastalıklara veya herbisitlere karşı dayanıklılık ve besin değerinin arttırılması gibi özellikler için kullanılmaktadır. Tıp alanında da son 10 senede genetik mühendisliği, genetik bozuklukları tedavi etmek için kusurlu genlerin değiştirildiği veya geliştirildiği gen terapisi, günümüzde laboratuvarlarda özel olarak faaliyet göstermektedir. Ayrıca insülin ve aşı gibi farmasötiklerin üretiminde de genetik mühendisliğine başvurulmaktadır. Peki insanlık ve ekosistem, genetik mühendisliğinin de etkisiyle DNA’lar üzerinden taşınan genlerin bu kadar kolay değiştirilebilmesine uzun vadede hazır mı?
Genetik mühendisliği güvenlik, çevresel etki ve canlı çeşitliliği ile ilgili etik kaygıları gündeme getirmektedir. Genetiği değiştirilmiş organizmaların çevreye salınmasının potansiyel riskleri ve ekosistemler üzerindeki uzun vadeli etkileri hakkında devam eden risklerine ve aynı zamanda genetik mühendisliğinin olumlu taraflarına değineceğiz. II.Dünya Savaşı’ndan sonra görülen hızlı nüfus artışı, besleme konusunu gündeme getirmiştir. Bu durum, tarımdan daha yüksek verim elde etme çalışmalarına neden olmuştur. Bu amaçla üretilen tarım ilaçları, kimyasal gübreler ve aşırı su kullanımı, çevre ve insan sağlığını olumsuz etkileyen “Yeşil Devrimi’yle (1965-1985)” birlikte genetik mühendisliğin ilk adımları atılmaya başlanmıştır. Tohum ıslahı teknikleri ile daha kaliteli ve dayanıklı tohumlar geliştirilmiş olsa da yöntemler yavaş ve o döneme göre pahalı olduğu için daha iyi ve ekonomik yeni ürünleri geliştirme çabaları devam etmiştir. Gelişen genetik mühendisliği teknikleri ile ikinci adım yani “Biyoteknoloji Devrimi” başlamış ve daha kısa sürede, kaliteli ve ucuz tohumlar elde edilmiştir. Bu da özellikle o dönemlerde insanların gündelik hayatını olumlu yönde etkilemiş, ancak ilerleyen süreçte besinlerin doğallıklarını yitirmelerine sebep olmuştur.
GDO’nun potansiyel zararlarına da değinecek olursak, Alerjen maddelerin insan vücuduna transferini örnek olarak verebiliriz. Bir besinin alerjik özelliğini kodlayan gen başka bir besine transfer edildiğinde besinin alerjik özelliği artabilir veya yeni alerjik proteinler ortaya çıkabilir. 1996’da metioninden fakir soya, Brezilya fındığından alınan 2 S geni ile zenginleştirilmek istenmiş ancak oluşan yeni transgenetik, Brezilya fındığına alerjisi olan kişilerde sorun yaratmıştır ve sonucunda satışa sunulmasından vazgeçilmiştir. Aynı zamanda GDO’lu bitkilere eklenen genler yabani türlere geçerek çoğaltılabilir. Ancak bu durum vahşi türlerin azalmasıyla sonuçlanabilir. Ekosisteme yeni türlerin girmesi ise biyoistila olarak adlandırılan tehlikeye yol açarak birçok canlının hayatını tehlikeye sokabilir. Bu ve bunun gibi olası durumları kontrol altına almak için kapsamlı düzenleme ve standartlar koyulmalı ve uygulanmalıdır. Özellikle genetik mühendisliği üzerine yapılacak değişimlerde her kesimden halkın görüşleri dikkate alınmalı ve kamuoyuna sunulmalıdır. Küresel işbirliği de büyük ölçüde sağlanmalı ve insanlığın ve ekosistemin geleceği için katı düzenlemeler yapılmalıdır.