Devlet, toplumların bir ülke üzerinde oluşturdukları en geniş örgütlü yapı olarak tanımlanmaktadır. Devlet, örgütsel yapısı içerisinde çok çeşitli mekanizmalarla yaptırım gücüne sahiptir.
Bir toplum çok farklı sınıflardan oluşmaktadır. Bu sınıflar, gelir düzeyi, yaşam biçimi, eğitim, saygınlık gibi özelliklere belirlenebilmektedir. İşçiler, zenginler, bürokratlar, akademisyenler gibi. Sosyal sınıflar aynı zamanda üretim sürecine katılırlar ve elde ettikleri gelir oranında üretimden pay alırlar.
Hemen hemen tüm devletlerin anayasalarında insan haklarına uygun yaşam hakkı ile gelir dağılımında adaletin sağlanmasına yönelik hükümler bulunmaktadır. Devletin çok sayıda görevleri bulunmaktadır. En merkezisinden en liberaline devlet örgütlenmesinde asgari seviyede devletin savunma, adalet, sağlık ve eğitim görevlerini yerine getirme zorunluluğu bulunmaktadır.
Çok farklı sosyal tabakadan insan üretim sürecinde yer almasına rağmen yeterli gelir elde edememekte ya da bu süreçte yer alamayarak hiç gelir elde edememektedir. Bu durumlarda, devletler yeterli ya da hiç geliri olmayan toplumsal kesimlere gelir transferinde bulunmaktadır. Örneğin; özellikle sosyal yardım ödemeleri altında merkezi hükümet ve belediyeler, gönüllü yardımlar altında sivil toplum kuruluşları olan dernekler ve vakıflar bu görevi yerine getirmektedirler.
Devletin, insan onuruna yaraşır yaşam hakkı ve gelir dağılımında adaletin sağlanmasına yönelik anayasal haklar kapsamında yapacağı işlerin koşullarını iyi ayarlaması gerekmektedir. Hiç müdahale yapılmaması ya da ölçünün kaçırılması toplumsal huzursuzluğa neden olabilir. Üretimden elde edilen gelirle ilgili olarak birçok teori geliştirilmiştir. Bunlardan en eskisi emeğin ürettiği değerle ilgili olanlardır. Teorinin en önemli varsayımları arasında emeğin üretim gücünün herkes için aynı (homojen) olduğu varsayımıdır. İnsanlar birbirinden çok farklı özellik ve yeteneklere sahiptir. Örneğin; çömlek üretimi yapan bir yerde Ali dört saatte vasat bir tabak yapabilirken, Hasan aynı sürede on adet kusursuz tabak yapabilmektedir. Bu durumda Ali ve Hasan’a aynı ücretin verilmesi gelir dağılımı ve eşit işe eşit ücret açısından olumlu iken üretkenlik açısından Hasan’a yapılan büyük bir haksızlığa dönüşmektedir. Yaratıcı düşünceyi de engelleyecek şekilde en alt düzeydeki üretim gücünün en üst düzeydekine tercih edilmesi anlamına gelmektedir. Hatta belli dönemlerde yaşanan tartışmalara şaşırıp kalabilirsiniz. Örneğin, Sanayi Devrimi dönemlerinde İngiltere’de karnını doyuracak kadar geliri olmayanlara yönelik olarak çıkarılmak istenen “Mısır Kanunu” çok tartışılmıştır. Bu kanunla, geliri olmayanlara karnını doyurmalarına yetecek kadar mısır verilmesi öngörülmüş ancak, bunun insanları çalışmamaya, üretmemeye sevk edecek, büyük bir atalet oluşacak ve çalışıp üretenlerin refahı azalacak savlarıyla karşı çıkılmıştır. Atalet konusu açılmışken babamdan dinlediğim bir olayı anlatmanın tam sırası. Erzurum’un bir ilçesinde öğretmenlik yapan birisi bir köye gidiyor. Köyde bir eve uğruyorlar. Dışarıda bir taşın üzerinde oturan orta yaşlı bir adam dikkatini çekiyor. Yüzlerce sinek çapaklanan gözüne konuyor ama adam hiç müdahale etmiyor. Dayanamayıp adama neden eliyle sinekleri kovmadığını soruyor. Adam, “Ben enayi miyim? Sinekler konsun, gözümü kör etsin, o zaman devlet bana engelli maaşı bağlar.” diye karşılık veriyor.
İnsanlar yetenekleri, becerileri ölçüsünde üretimden pay almalıdır. Ancak, üretime katıldığı halde yeterli ya da hiç gelir elde edemeyenlere devlet anayasal sınırlar içerisinde kalarak müdahalede bulunmalıdır.