İnsanoğlu olarak hepimiz zaman kavramını anlayabilen, anlamlandırabilen ve yaşamımızla bütünleştirebilen varlıklarız. Herhangi bir canlının aksine, bizim için olaylar “şu anda” olmaktan fazladır. Bir ip üzerinde sıralanmış hadiseler, bize bir andan fazlasını anlatabilir: Uzak, hiç var olmadığımız geçmiş, var olduğumuz geçmiş, var olabileceğimiz gelecek ve hiçbir zaman var olamayacağımız gelecek; kısacası “mazide kalanlar, yaşıyor olduklarımız ve istikbalimiz”. Bu olguları incelediğimizde görürüz ki geçmiş bizim için çok büyük bir önem arz eder. İçindeki bilgi birikimimiz, duygularımız ve her türden tecrübelerimiz gündelik kararlarımızdan tutun kavramları anlamlandırmamıza kadar nice faktörü etkileyen yapı taşlarından biridir. Peki, mazimizde kalanlar sizce Adam Fawer’ın “Geride bıraktıkların ileri gitmeni engelleyecek. Unutma ileri gidebilmen için arkadakileri unutman gerek.” dediği gibi bir ayak bağı mıdır; yoksa George Santayana’nın “Geçmişi hatırlamayanların yazgılarında geçmişi tekrar etmek vardır.” sözleriyle ifade ettiği bir öğretmen midir?
Öncelikle, geçmişin bizi yaptığımız şeylerle yüzleştirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Bu huyu bizim için çoğu zaman rahatsız edici olsa da aslında olgunlaşmamız, bir şeyler öğrenmemiz için bir kapıdır. Olaya gündelik hayattan yaklaşmak gerekirse ocağa dokunarak elimizi yaktığımızda, bir soruyu yanlış yaptığımızda ya da ilk kez bir şeyi deneyim ettiğimizde yeni şeyler öğrenmiş oluruz. Bir sınav öğrencisinin eğitim hayatı boyunca öğrendiklerini ileride yıllar sonra başarılı öğrenciler yetiştirmek için kullanması da çok iyi bir örnek olabilir. Evrimimizi düşündüğümüz zaman ise; korku, önyargı gibi duyguların aslında kendimizi maddi ve manevi bir şekilde koruma yolu olarak bize aktarılan yaşanmış ve öğrenilmiş eski deneyimler olduğunu fark ederiz. Bunun en büyük emsalleri keskin dişleri olan hayvanlardan, yüksek ses çıkaran varlıklardan veya sudan korkmamız olabilir. Yapılan bir araştırmalara göre insanların palyaçolardan korkmalarının sebebi, genel olarak yüzlerinin boyanış biçimi ve taktıkları aksesuarların bilinçaltında vahşi hayvanlar veya cesetler gibi normal olmayan, tehlike anımsatan yapmasıdır şeylerin çağrışım. Ayrıca başka bir laboratuvar araştırması da bize hamile farelerin belli şartlar altında strese sokulduğunda yavru farelerin de doğumdan sonra hiç deneyim etmemiş olsalar bile aynı durumda, aynı strese girdiğini gözlemleyerek, geçmişteki deneyimlerin aktarıldığını kanıtlamıştır. Bu bilgilerden çıkarım yapmak gerekirse geçmiş, kaplanlara yakalamacılık oynamamayı veya yüksek yerlerden atlamamayı korku ve içgüdü olarak öğretmiştir. Hayat deneyim edilir, öğrenilir sonrasında ise bilgiler gelecekte kullanılmak için maziye doğru ilerler.
Fakat diğer bir yandan da geçmişin bize bazı zamanlar büyük bir yarayı anımsatması da karşılaşılmayan bir durum değildir. Aksine her insanın bir noktada mustarip olduğu bir konudur. Hepimizin zor zamanları olmuştur ve bu zamanlar da yüreğimizde izler bırakmıştır: bizi korkutmuştur, cesaretimizi kırmıştır, bize saplanıp acı vermiştir. Üst üste defalarca reddedilmiş bir aşığın tekrar sevgisini sunmak istememesi, sevdiklerini toprağa veren birinin başkalarını da kaybedeceğinden korkması, fakirlik ve sefalet içinde yaşamış bir çocuğun büyüdüğünde aynı durumda olmasa bile parasını harcamaktan çekinmesi ya da evladını kollarında kaybetmiş bir annenin acı çekmesi gibi. Bir bakıma bunlar da bir deneyimdir, ama öğretileri bizi geliştirmemiş ufkumuzu açmamıştır. Kafamıza sıkılan kurşunlara, karnımıza saplanan oklara veya önümüzde metrelerce yükselen surlara dönüşmüştür. Dünyada, bizimle birlikte nefes alan, belki milyonlarca insan bu gibi durumlara, geçmişine zincirlenmiştir. Onlar için bu korkuları, acıları, önyargıları atlatmak; en büyük şifadır. Sizce, Japonya’nın Bill Gates’i olarak görülen Masayoshi Son internet balonu patlak verdiğinde 1 gecede tam 70 milyar dolar kaybettiğinde kalakalsaydı ki bu tarihin en büyük servet kaybıdır, şu an tekrardan milyarder olabilir miydi, kaybettiğinin kat ve katını kazanabilir miydi?
Sonuç olarak, biz ne dersek diyelim, geçmiş; süregelen vazifesini ifa etmeye devam edecek: yaşanmışların defterini tutmaya. Ben, oldum olası, geçmişimizi ayağımıza bağlanmış zincir ve ucundaki sandık olarak teşhis ederim. Sandığın içinde elmaslarla, yakutlarla karışık toprak, kum ve kaya vardır, kendimce. Bazen zaman gelir koparıp atmak, hepsini denize dökmek isteriz. Yaşadıklarımızla gurur duymaz, mutlu olmayız eski bizden. Kararlarını sorgular, nefretle anar ya da taşıdıklarıyla kahroluruz. Bazen de sadece içinde uyumak, bir an için yolculuğumuzu unutturur veya sadece yaşadıklarımızı yâd eder, öylece içindekilere bakarız. Kafamızda bir yerlere gider, gezintiye çıkarız. Deriz ki: “Neler yaşamışım, iyi ki yaşamışım.” İster bunlarla yürümeyi seçersiniz, ister hepsini denizin derinliklerine uğrarsınız; bilmem, ama o sandık sizin sandığınızdır. O, sizin eserinizdir, yoldaşınızdır. En önemlisi ise, size özeldir ve başka kimsede yoktur o taşıdıkları. Yapmamız gereken, içindekilerden hangilerinin bize “yararlı”, hangilerinin bize “zararlı” olduğunu bilebilmektir. “yararlı” geçmişimize sahip çıkıp “zararlı” geçmişimize de gitmesi için fırsat vermektir. Bunu yapmak için de önce sandığımızı bütünüyle kabul etmeli, kendi geçmişimizle savaşmamalıyız. Unutmayınız ki, önemli olan şu ana kadar ne yaşamış olduğumuz değildir. Önemli olan yolculuğumuzun sonunda arkamızda gurur duyduğumuz bir sandık bırakmaktadır. Bunun anahtarı da gelecekte yatmaktadır.