Fulya

Uyanır, her sabah çiçekleriyle konuşurdu. O sabah, çiçekleri tek bir ses bile duymadı. Hanımeli yapraklarını hüzünle salladı, sakız sardunyalar başlarını öne eğdi, akşamsefaları o anın hüznünü fark etmemek için yapraklarını daha sıkı kapattı ve fulyaların kendilerini rüzgara bırakmasıyla mutluluktan yoksun bir melodi çalmaya başladı çiçekler. O melodi Elif’e bir çağrıydı, bu saate kadar nerede kalmıştı?

Elif; omuz hizasında kesilmiş kumral saçları, yüzünden hiç çıkarmadığı aynalı güneş gözlükleri ve kulağının üzerindeki pembe tükenmez kalemiyle otuzlu yaşlarında capcanlı bir kadındı. İki katlı evinin önündeki tarhında onlarca çeşit çiçek yetiştirir, eşinin bahçıvan tutmaktaki ısrarına rağmen günün yarısını çiçeklerine ayırırdı. Gününün diğer yarısında ise evinin çatı katında inzivaya çekilir, hem kısa hikayeler yazar hem de tercüme yapardı. On dil bildiğinden mütercimlik onun altın bileziğiydi. Ancak Elif kibarlığına ve kültürlülüğüne rağmen çevresindekiler tarafından deli diye anılırdı. Çünkü ne olursa olsun evinden dışarıya bir adım bile atmıyor, yaptığı çevirileri e-postayla gönderip yeni iş ilanlarına internetten bakıyordu.

Çiçeklerin yalnız kalmasından iki gün önce elektrikler kesildi. İlk başta paniklemedi Elif, çevirilerin teslimi için birkaç saat daha süresi vardı. Ancak aradan dakikalar geçip de elektrikler gelmediği zaman istemeyerek de olsa paltosunu aldı, ayakkabılarını bağladı ve çekine çekine en yakındaki internet kafeye doğru yürümeye başladı. Tam internet kafeye girecekti ki onu gördü. Delici bakışlarıyla git yoksa fena olur dermiş gibi süzüyordu Elif’i. Yüreği ağzına gelen Elif, hemen arkasını döndü gerisin geri evine dönecekti. Ancak kader sanki onun eve dönmesini istemiyormuş gibi karşısına yan komşusu Ayşe Hanım’ı çıkardı. Ayşe Hanım’ın önünü kesip niye onu sokaklarda daha sık görmediğini sorması karşılığında mecburen durmak zorunda kaldı Elif. Ayaküstü sohbet edip kadını geçiştirdikten sonra telaşla evine koştu. Aceleyle çatı katına çıktı, kapının anahtarını aramaya başladı, elleri titriyordu, o her an gelebilirdi. Tam anahtarı kapının kilidine sokmuştu ki tahta kapı yüzüne çarptı ve yere yığıldı Elif.

Çiçeklerin yalnız kalmasından kalmasından bir sabah önce Elif yerden yavaşça doğruldu, lavaboya gitti, yüzündeki yaraları temizledi, yüzünü fondötenle kapladı, kırmızı rujunu sürdü, aynalı gözlüğünü taktı, boynuna gül kokulu parfümünü sıktı ve sokağa çıktı. Markete gidip o günkü akşam yemeği için malzeme aldı. Onun akşam yemeğine geleceğini biliyordu ve aklında deli planlar vardı. Eve gitti, çiçeklerine selam verdi ve fulyalardan birkaçını koparttı. Fulya yapraklarını küçük parçalara ayırdı ve hazırladığı yemeğe bolca kattı. İşte beklenen misafir gelmişti…

Çiçeklerin yalnız kalmasından iki gün sonra, Ayşe Hanım yan komşusun yokluğunu hissetmişti. Üstelik komşusunun evinden yoğun bir koku geliyordu. Gidip bir kontrol etmeye karar verdi, anahtarı üstünde olan kapıyı açtığında midesi bulandı, kalbi çarpmaya başladı. Titreyen elleriyle polisi ararken kafası yemek tabağına gömülü bir şekilde oturan Elif’in eşine bakmamaya çalışıyordu. Bir süre sonra, olay duyuldu ve Elif civarda deli olarak bilindiğinden çevredeki herkes onun ne yaşadığını bilmeden arkasından lanetler okumaya bile başladı.

Peki, Elif ne mi yaptı? Ayşe Hanım olay yerine geldiğinde o çoktan evinden kilometrelerce uzaktaki bir adaya giden gemideydi. Yıllarca eşinden dayak yemiş, işkence görmüş ve eşi tarafından eve hapsedilmişti. Elektriklerin kesildiği güne kadar bu durumu kanıksamış bir şekilde umutsuzca yaşamaya çalıştığının, çiçekleriyle konuşmasının normal olmadığının,  eğer isterse ona işkence yapan adamdan daha güçlü olabileceğinin farkında dahi değildi. İşte o sabah kalktığında o adamı zehirlemeye karar vermişti, yemeğin içine bolca fare zehri atmış ve fulyaları da eski hayatına bir elveda sembolü olarak eklemişti. Geminin güvertesine çıktı, cebindeki fulya yapraklarına baktı ve yalnız kalan çiçekleri için birkaç damla gözyaşı döktü.

(Visited 25 times, 1 visits today)