Gökyüzündeki kızıl renkli boyalar bana her zaman Güneşin doğmakta zorlandığını düşündürürdü, o doğmak için o kadar çabalarken yalnızca birkaç saat sonra batacağından haberdar mıydı? Ya da o kadar çabasını izlemek için uykusunu bölen hiç kimsenin olmadığını biliyor muydu? İnsanların ona bakamadığını ama aya hayran olduklarını peki? Belki de Güneş bunların farkındaydı ve buna rağmen çabalıyor ve günleri bize veriyordu. Onun gibi olmak istiyordum, ne olursa olsun yine de doğmak ve ne kadar da güçlü olduğumu göstermek ama bu gerçekten zordu.
Yattığım yerden doğruldum yavaşça, bugün yayın evime gitmeli ve yeni kitabımın basımı için konuşmalıydım. Yayın evi bana sorun çıkarıyor ve kitabın basılmaması konusunda ısrar ediyordu. Diğer kitaplarım pek satmamıştı ve yayın evim bu durumdan oldukça şikâyetçiydi ve şimdi yeni bir kitap çıkarmamı istemiyorlardı… Üzerimdeki yıpranmış battaniyeyi bir köşeye ittim ve koltuktan kalktım.
Güneş doğmuş ve ben bunu kaçırmıştım, milyonlarca insanın yaptığı gibi onu yok saymıştım. Bu durumdan rahatsızlık duyarak elime konsolumda duran defterimi aldım ve yazmaya başlamadan önce kendime bir kahve yaptım. Pencerenin önüne geçtiğimde Güneşi hissediyor ve onu kelimelerime işliyordum. Güneşin bana aşıladığı o inanç duygusunu ve gücü yazılarıma yansıtıyor onun harikalığını herkese anlatmaya çalışıyordum.
Pencere önünde biraz daha zaman geçirdikten sonra yayın evine gitmek üzere evden çıktım, bu yollar artık ezberimdeydi. Pek evden çıkmaz ve belli adresler dışında nereye gidileceğini bilmezdim ve yayın evi bildiğim bazı adreslerden biriydi. Evime de oldukça uzaktı birkaç kez otobüs değiştirmem ve uzunca süre yürümem gerekiyordu ama en sonunda yollarım kendi cümlelerime çıkıyordu ve bu her şeye değerdi. Şu ana kadar yalnızca iki eserim basılmış ama ne yazık ki tutmamıştı. Bunların dışında ise bitmiş altı eserim devam etmekte ve yapım aşamasında olan on eserim, dijital platformlarda yayınladığım şiirlerim, hikâyelerim ve gezi yazılarım vardı ve bunları da konuları için ayrı kitaplar basmak istiyordum ama kimse basmak istemiyordu. Sadece bir yayın evine de gitmemiştim ama işte durum belliydi.
Yayın evine geldiğimde yeni bir umutla içeri girdim ve olacaklara kendimi hazırladım ama içeriye girmeden önce gözlerimi kısıp Güneşe bakmayı ve bana şans getirmesini dilemeyi unutmadım. Burası hep aynıydı soğuk, renksiz ve karanlık… Ne kitap kokusu vardı ne de renkli insanlar sadece betonlar ve yapay çiçekler vardı burada, hayatımızın kısaca özeti… Yeni kitabımdan umutluydum bu kitap diğerlerinden farklıydı ve onay almasını umuyordum çünkü bu gerçekten düşünme sınırlarımın çok dışında bir roman olmuştu. Umutlarımın yeşerecek veya kuruyacak olmasına ise yalnızca bir adam karar verebilirdi ve kendisi beni pek sevmiyordu…
Sevgili Güneş işte yine buradayız, insanlar yine ne birbirlerini ne de seni görüyorlar, bazı insanların umut etmesi bile bu durumu düzeltmiyor çünkü umutlar dünyayı değiştirmiyor çünkü umutlar insanlarla başa çıkamıyor. Vazgeçişlerin ülkesinde yaşıyoruz, ayaklarımız umursamazlığın toprağına değiyor, ciğerlerimiz acıları soluyor. Bunlar olurken bile kimse farkındalıkla bakmıyor etrafına. Seni görmüyor mesela, dünyanın geri kalanında ne oluyor bilmiyorlar. Sadece yaşıyorlar.
Yatağıma iyice gömülürken gülümsedim, gecenin beni sarmasına izin verirken, ne olursa olsun güzel bir gün geçirdiğime ikna ettim kendimi. Ne de olsa Güneş benim onu önemsediğimi biliyordu ve bu benim için yeterdi o beni görüyordu ve en önemlisi kelimelerimi okuyordu ve farkındalığımı her zaman gururla izliyordu. Çünkü Güneş beni biliyordu…