20.10.1966, LONDRA, ABERFAN MADEN KÖYÜ.
Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu.
Son dersti. Öğrenciler sıralarını terk etmeye başlarken onları yarıda kestim.
“Gitmeden önce,” Çocuklar bana döndüler, yeniden yerlerine oturmaya başladılar. “Oturun lütfen. Şimdi, yarının önemini bana kim söyleyebilir?”
“Yarın cuma!”
“Bağırma Geraint, elini kaldır.”
“Özür dilerim.”
Derin bir iç çektim ve ellerimi arkamda kenetledim, her birinden yakınma seslerini havaya dağıtacak o cümleyi söyledim. “Evet, yarın cuma. Hafta sonunun ve daha önemlisi ara tatilin başlangıcı. Hatırlatayım, yarin sabah ara tatilden önce işiniz var. “All Things Bright and Beautiful” şarkısını tüm okula söyleyeceksiniz.” Çocuklar sıkılmış, kafaları ellerine yaslanıyordu. “Yani, bu akşam evde çalışmayı unutmayın.” Öğrencilerin arasından yürürken öğrencilere bakıyor, ezberlemenin anlamını özet geçiyordum. Sınıf kapısının yanında durduğumda elimde şarkı sözlerinin olduğu kağıtlar vardı.
“Herkes sıraya.”
Çocuklar sıralarından kalktılar, sandalyelerini çekerken çantaları sırtlarında hafifçe sallanıyordu. Çocuklara ezberlemeleri için kağıtları dağıttığımda dışarıda yağmur şiddetli bir şekilde yağıyordu. Onlar teker teker elimdeki kağıtları almaya başlarken ara tatilin gelmesinin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Kağıtları aldıktan sonra hepsi okuldan çıkış yaptılar fakat yağmur pek şiddetliydi. Okul kapısına doğru ıslanmamak için koşarken bağırıp gülüyorlardı. Bazı çocukları ebeveynleri alıyor, bazıları da evlerine yürüyordu. Çok büyük bir köy değildi Aberfan, evler dizilmiş gibiydi sanki.
Çoğu evde yan odalardan çocukların şarkı söyleme sesleri geliyordu. Bazıları babalarının kucağında, bazıları anneleri onlara duş aldırırken söylüyorlardı.
Hava kasvetli bir hal almıştı, perdelerin arkasından bile anlaşılıyordu. Ellerimi önümde birleştirmiş camdan dışarı bakıyordum. Masama doğru yürüdüm, lamba günlüğümdeki yazılarımı aydınlatıyordu. Masanın başına oturdum ve dolma kalemlerden birini elime aldım. Sayfayı çevirdim ve yazdım.
Cuma…
Ama yazacak bir şey yoktu. Kafamı kaldırdım, önümdeki duvara bakarken yüzümde düşünceli bir ifade vardı.
…
Kamyonet Aberfan’a doğru yol alıyordu. Hava güneşli, insanlar işlerinin başındaydı. Yol biraz pürüzlüydü, dün geceki yağmurun izleri vardı. Adamlardan biri konuştu, “Nereye gidiyoruz?”
“Yedinci atık yığınına. Maden vagonu devrilmiş.”
…
Çocuklar evlerinden çıkarken babalar işe gidiyor, anneler çocuklarının ellerinden tutup geç kalmamak için koşturuyorlardı okula. Ben arkada elimdeki zili sallıyordum.
…
Kamyonet tepelik alana doğru yol almaya başlamıştı. Araç bir süre sonra durdu, adamlar arabadan inmeye başlarken botları zeminden sırılsıklam olmuştu. Tepenin ucuna doğru yürüdüler, üstlerindeki teleferikte maden taşınıyordu. Maden vagonu bir çukur açmıştı, yanına yaklaşılması bile hassas bir durumdu. Çukurun etrafındaki toprak azar azar çöküyor, çukur büyüyordu. Adamlar maden vagonuna doğru yürümeye başladılar, raylar kopmuştu. Adamlardan biri konuştu, “Bu kadar kötüsünü hiç görmemiştim.”
Birden çukurun etrafındaki toprak iyice çökmeye başladı. Adamlar geri çekildiler, sonra arkalarını dönüp kamyonete doğru koşmaya başladılar. Durum kötü değildi ama kötüleşecekti.
…
Çocuklar sıralarında, masanın altında ayaklarını sallayıp sayfaları çeviriyorlardı. Şarkı söylemek için gayet hazır görünüyorlardı. Yoklama alıyordum.
“Bevan?”
“Burada.”
“Edwards?”
“Burada.”
“Phillips?”
“Burada.”
“Moss?”
…
Arkadan bir şarkı söyleme sesi duyuldu, ses Moss’a aitti. Tüm sınıf gülmeye başladı.
“Henüz değil evladım.”
Yoklama kağıdını işaretlerken çocuklar arkalarını dönüp Moss’a bakıyorlardı.
…
Kamyonet uzaklaşmıştı, ama hızını kaybetmemişti. Adamlar hala telaş içindeydi. Kamyonet köşeyi döndü ve durdu. Adamlardan birisi dışarı çıktı. Çadır gibi görünen yerde yaşlı bir kadın oturuyordu. Adamlardan biri ona yürürken sordu, “Bugün denetçi kim?”
“Eric Ellis, şimdi çıktı. Kantine gitti.”
Adamlar kantine doğru yürüdüler. Kantin kapısı birden açıldı.
“Eric!”
Adam arkasını döndü, diğerlerine bakıyordu.
“Ne oldu? Kahvaltımı ediyorum.”
“Yedinci yığında bir sorun var.”
“Nasıl yani?”
“Güvenlik ekibi göndermeliyiz. Zemin kayıyor.”
…
Adamlar konuşurken köşede bir adam onları izliyordu. Duymuştu hepsini. Kantin camından dışarı, maden tepesine kasvetli bir ifadeyle baktı. O da panik olmaya başlamıştı. Adam ayağa kalktı ve kolunu kaldırıp susmalarını söyler gibi salladı.
“Susun, sessiz olun!”
Adamlar sustu. Tepeden sesler geliyordu. Toprak kayma sesleri.
Adamlar dışarı koştular, tepe yıkılıyordu. Ses oldukça yüksekti ve daha da yükseliyordu. Toprak teleferiklere ve köye doğru hızla ilerliyordu. Tüm köyü yutacak gibi hızla geliyordu.
Ses köydeki insanların da dikkatini çekmeye başlamıştı. İş yerlerinden ve evlerinden çıkıp sesin kaynağını bulmaya çalışanlar oldu. En sonunda, köyün ana manzarası olan tepenin yıkılışını çaresizce izlemeye onlar da katıldı.
…
Yoklama kağıdını bırakıp masamdan ayağa kalktım.
“Ayağa kalkıp alfabetik olarak sıraya girin. Çabuk ama sessizce.”
Çocuklar ayağı kalktılar, sınıfın ortasına dizilmek üzere sırayı oluşturmaya çalışıyorlardı. Bir ses dikkatimi çekti. Camdan dışarı baktım.
Tepe yıkılıyordu ve tam üstümüze doğru geliyordu.
Çocuklardan birkaç tanesi daha ne olduğunu anlayamamış, bana bakıyorlardı.
“Öğretmenim.”
“Tanrım…”
Sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı şaşkınlığım yüzüden. Bu yüzümden okunmuyordu, ama ne yapacağımı bilemiyordum. Durduramazdım.
“Öğretmenim!”
Öğrencilerin sesleri artık yakınma ve panikleme doluydu. Bir şey yapmam için beni bekliyorlar gibiydi. Öğrencilere döndüm.
“Herkes sıraların altına, çabuk!”
Öğrenciler bağırmaya başladılar. Sıralarının altlarına girip dizlerini kendilerine çekerek vücutlarını olabildiği kadar küçük yapıyorlardı. Ama toprak okula gelmeye devam ediyordu. Işık sallanıyordu, zemin titriyordu.
…
Kasiyerler para kasalarıyla uğraşırken kasa açma sesleri marketi dolduruyordu. Marketin kurucusu Wilson’un yanında dururken Wilson marketin içini dolaşıyordu. İnsanlar ürünleri poşetlerine dolduruyordu, herkes meşguldü. Yeni kurulan bir marketti burası, bu yüzden herkes heyecanlıydı. İp ve makas dışarıdaydı. Açılış için konmuşlardı. Wilson dışarı çıktı, küçük standın üstüne ayağını bastı. İpi kestiğinde herkes neşeyle alkışlamaya başladı.
“Büyüdüğüm yer buranın yakınlarındaydı. Erzak, ekmek, yağ ve yumurta almak istediğimizde mahalle bakkalına giderdik. Taze sebze istersek Huddersfield’ın merkezinde açık pazara giderdik. Konserve almaya et ya da balık istersek komşu kasaba Milnbridge’deki kasap ya da balıkçıya giderdik. Derken daha büyük bir şey gelip her şeyi değiştirdi. Adını “süpermarket” koydular. Şimdiyse bu çıktı. Hipermarket.”
Fotoğrafçılar gazeteler için fotoğraf çekerken beyaz flaşlar etrafta yanıp sönüyordu. Wilson’un koluna bir kadın dokunuyordu. Wilson kadına eğildi. Kadın fısıldamaya başladı.
“Maden faciası, 115 çocuk…”
Wilson başını kaldırıp yeniden mikrofona eğildi.
“Bunun bana ilginç gelmesinin birkaç sebebi var. Hem demokratik hem modern, hem de her şeyi değiştiriyor. Ne yazık ki müsaadenizi istemek zorundayım.”
Wilson stanttan indi, kadın önden giderken arkadan geliyordu. Arabaya doğru yürüyorlardı. Adamlar arabanın kapısını açtı, Wilson arabaya kadınla beraber oturdu.
“Ne biliyoruz?”
. . .
Kurtarma ekipleri ve siviller toprağı elleriyle ve kasklarıyla çaresizce kazıyor, öğrencileri ve çocuklarını enkazda bulmaya çalışıyorlardı. Bazılarının ellerinde çocuklarından son kalan eşyalar, aksesuarlar vardı.
. . .
İçeriye Martin girdiğinde Michael yanımda duruyordu. Ben tekli bir koltukta oturuyorum. Martin başını özür anlamında eğdi ve odaya girdi.
“Böldüğüm için özür dilerim Majesteleri ve Michael. Güney Galler’de bir maden kasabasında hadise olmuş. Kömür atık yığını bir okulun üstüne sürüklenmiş. Çok sayıda can kaybı yaşanmış. Derhal bir açıklama yapmalıyız.”
Adama şaşkınlıkla bakıyordum. Michael ise sadece dinliyordu.
“Nasıl tür bir açıklama?”
“Taziye mesajı. Hızlı bir taslak hazırladım.”
“Bakabilir miyim?”
“Tabii.”
Martin Michael’a doğru elindeki kağıtla yürümeye başladı. Michael kağıdı aldı, okumaya başladı.
“Aberfan’da yaşanan korkunç facia beni derinden sarsıp elem ve kedere boğdu. Hem eşim hem ben, çocuklarını kaybetmiş ebeveynlerin ve hayatlarını kaybedenlerin ailelerinin acılarını paylaşıyoruz. İmza, Elizabeth R.”
Onaylayarak başımı salladım. Çalışan konuşmaya başladı.
“Başbakan, trajedinin yaşandığı yeri ziyaret edebilmek için Kraliçe’nin filosundan bir uçak rica etti. Sanırım kabul edersiniz.”
“Elbette.”
“Kendiniz ziyaret etmeyi planlamıyorsanız tabii.”
“Ben neden gideyim?”
Michael gözlüğünü çıkardı ve Martin’e baktı.
“Lafa bakın.”
“Kraliyet ailesi hastane ziyaretine gider, kaza mahallesine değil Martin.”
Martin sessiz kaldı, onaylayarak başını eğdi.
“Teşekkürler efendim.”
Martin odadan çıkarken arkasından baktım. Michael konuşmaya başladı.
“Affedersiniz, bir randevuyu daha onaylamamız gerek. Saat dörtte Sir Leslie Fry’la.”
. . .
“Bu sabah saat sekizde Milli Kömür Kurulunun yerel şubesine bir rapor gelmiş. Yedinci atık yığınında havza oluştuğu haberi verilmiş.”
“Yani?”
“Çökmüş.”
Başbakan’ın önünde iki çalışan oturuyordu. Uçağın arka plandaki vızıltısı daha yüksek sesle konuşmamıza sebep oluyordu. Masanın üstünde Aberfan’ın krokisi ve birkaç kağıt vardı.
“Niye çökmüş ki? Katı değil mi?”
“Anlaşılan son zamanlardaki sağanak yağış sonrası katı halde değilmiş. Görünen o ki yağmur suları yığındaki kömür atıklarını çamura çevirmiş ve bir çukur yaratmış. Dokuzu çeyrek geçe bu sıvı atık yığından kopmuş ve dağdan köye sürüklenmiş. Asıl darbeyi Pantglas İlkokulu ve birkaç ev almış.”
“Bu yığında ne kadar kömür varmış ki?”
“Çok fazla. 230 bin metreküp. Ayrıca yönetmelikler bu yığınların altı metreyi geçmemesini söylüyor. Bu yığınsa onun beş katıymış.”
Kadın konuşurken ben etrafa bakıyordum. En sonunda derin bir iç çektim.
“Kuruldan kim olay yerinde?”
“Yerel denetçi Eric Ellis.”
“Daha yetkili birini bulmamız gerek. Ya Kurul Başkanı Lord Robens?”
“Kendisine haber verildi. Ama bugün Surrey Üniversitesi’ne rektör olarak tanınıyor. Atamayı ertelemeye gerek görmedi.”
“Ne? Yarın sabah gelmesini sağla.”
“Tabii.”
“Dikkatli olmamız gerek. Bu iş hızla kötü bir hal alabilir.”
“Hadi ama Harold. Bu emsali görülmemiş bir yağmurun yol açtığı bir felaket. Siyasi bir şey değil.”
“Her şey siyasidir Andrew.”
. . .
Araç üstünde göz kırparak yanan siren sesiyle ilkokula yaklaşırken durduruldu. Hava kasvetli ve rüzgar şiddetliydi ama insanlar bunlara aldırıyor gibi görünmüyordu.
“Sorun nedir?”
“Yol kapalı efendim.”
…
Başımı öne eğmiş, düşüncelere dalmıştım. Arka kapı açıldı.
“Üzgünüm, yollar kapalıymış. İnsanlar yardım için gelmiş. Geçmemiz zor olabilir.”
“Yürürüz o zaman.”
Arabadan çıktım ve yürümeye başladım. Andrew arka kapıyı kapattı. Etrafa bakıyordum, toprak feci bir dağınıklık yaratmıştı, ekipler ellerine ne geçerse onunla kazımaya çalışıyorlardı. Etraf topraktan dumanla kaplanmıştı ve hava karanlıktı. Fenerler zar zor ışık kaynağı sağlıyordu. Başbakan olmama rağmen fark edilmemiştim. Ekiplerden biri yanıma geldi.
“Başbakan.”
“Evet.”
“Şimdiye kadar 60 ceset çıkarıldı. Giderek artıyor.”
İkimiz de olay yerine bakarken ekiplerden biri bağırdı.
“Sessiz! Birini duydum.”
Ortam sessizleşti, hareketlilik durdu. Tek hareketli olan şey topraktan çıkan duman ve sisti. Ekipler kafalarını çevirip toprağa ve etrafa bakmaya başladılar.
…
“İşe devam millet!”
. . .
Antony evden çıkmak üzere ceketini giyerken radyodaki haber dikkatini çekmişti.
“Güney Galler’deki atık yığını faciasında ölü sayısı 200’ü bulabilir. 36 kişi hastanede, 60 kadar ölü bulundu. Ve tahminlere göre yaklaşık 150 kişi halen kayıp. Çoğuysa çocuk.”
Eli radyoya uzandı ve sesi açtı. Radyo ellerinin arasındayken hoparlöre bakıyordu. En sonunda kapatıp çantasına koydu. Odadan çıkarken Margaret koridorda yürüyordu, eve yeni gelmişti.
“Ne yapıyorsun?”
“Haberleri duymadın mı?”
“Hayır…? Caroline’ın doğum günü partisindeydim.”
“Yarın gazeteleri okuyunca anlarsın.”
“Ama…”
Margaret’ın yanından geçtim ve kapıya doğru yürüdüm.
Günlüğüme bir şeyler yazmaya başlamıştım, odaklanmış bir halim vardı. Radyoyu dinlesem bile tepkisiz kalıyordum. Odanın radyo dışında derin bir sessizliği vardı. Belki içten içe bir yas sebep oluyordu buna.
“Yamaç, Güney Galler’in Aberfan köyünde kurtarma çalışmalarını zorlaştırıyor. Bir kömür atık yığınının üstüne çöktüğü Pantglas İlkokulu enkazından şu ana kadar çoğu çocuk olmak üzere 67 kişinin cesedine ulaşıldı. Hala kayıp olanlar için umut var ama kurtarma çalışmaları gece boyu devam edecek. Başbakan Harold Wilson bugün olay yerine gitti ve Buckingham Sarayı Kraliçe’nin üzüntüsünü beyan etti.”
Başbakan adını duyduğumda kafamı kaldırıp radyoya baktım.
Aberfan’da yaşanan korkunç facia beni derinden sarsıp elem ve kedere boğdu. Hem eşim hem ben, çocuklarını kaybetmiş ebeveynlerin ve hayatlarını kaybedenlerin ailelerinin acılarını paylaşıyoruz.” dedi. Olay yerinden haberler bu şekilde. Londra’ya dönüyoruz. Gece boyunca son dakika…”
Günlüğümü kapattım ve lambayı söndürdüm.
Cumartesi
Kahvaltı masasında oturmuş, “Facia” başlıklı bir gazeteyi okuyordum. Arkadan çalışanlardan birinin sesi geldi.
“Efendim. Başbakan.”
Masadan kalktım.
“Bir saat önce Aberfan’daki kayıp 116’ydı. Görünene göre 80 kişi halen kayıp. Kazazedelerin 36’sı hastanede.”
“Anlıyorum. Başka kazazede bulmayı bekliyorlar mı?”
“Canlı olarak değil. Bir de bunun üstüne yedinci yığının kuzey yamacı hareket halindeymiş. Ve köyün acilen tahliye edilmesi gerekiyormuş. Ekskavatörlerin hepsi çamura saplanmış, kullanılamaz haldeler. Yardım için ordu getirildi. Şimdi… Bunları göz önünde bulundurunca sizi gitmeye ikna edebilmeyi umuyordum.”
…
“Fark ettiğim üzere hükümdar olmanın en talihsiz yanı içine girdiğim her durumu felce uğratıyor olmam. Müdahale ve kurtarma ekiplerinin zamana karşı yarışırken en son ihtiyacı olan şey bir kraliçenin gelmesidir.”
Wilson gözlerini birkaç kez kırptı ve olduğu yerde kaldı, ne diyeceğini düşünüyordu.
…
“Katıldığımı söylememem. Çocuklar öldü. Köy halkı harap oldu.”
“Tam olarak ne yapmamı istiyorsunuz?”
“Teselli etmenizi.”
“Numara mı yapayım? Kraliyet böyle bir şey yapmaz.”
“Numara yapın demedim. Teselli edin dedim.”
Gergin bir sessizlik oldu, Başbakan’a ciddi bir şekilde bakıyordum. Mahcup olmuş görünüyordu.
“Majesteleri.”
Başını eğip odadan çıktı. Arkasından kapıyı kapatmasını izledim. Elim boynumdaki inci kolyeye gitti, düşünmeye başladım.
Pazar
Kahvaltı masasında oturuyordum. Bir yanımda annem, diğer yanımda Margaret oturuyordu. İçeride olmamıza rağmen güneş gözlüğü takıyordu. Konuşmaya başladı.
“Tony aradı. Gecenin bir yarısı, bir telefon kulübesinden. Ücra bir yerden. Aberfan’a varır varmaz doğrudan okula gitmiş. Tahayyül edilemeyecek kadar korkunçmuş. Önceden kömür için kazan madenciler çocuklarına ulaşmak için kazıyormuş. Sonra morga gitmiş. İnsanlar çocukların kimliklerini tespit etmek için bekliyormuş. Selamet ordusu gönüllüleri ve hemşireler her yetişkinin, her çocuğun eşgalini not alıyormuş.ceplerinde buldukları her şeyi tek tek yazıyorlarmış. Mendil, şeker, ne bulurlarsa. Kimlik belirleyebilmek için.”
Annem ve ben ciddiyetle dinliyorduk. Margaret’ın sesi kısık ve yorgundu. Annemin yüzünde acıyan ve üzülmüş bir ifade vardı. Ben ise sadece dinliyordum. Margaret derin bir iç çekti. Gözleri dolmuştu.
“Onu hiç böyle duymamıştım. Umarım bu son olur.”
Pazartesi
Televizyonda Kömür Kurulu’nun facia ile ilgili soruları cevaplamak için bir program yayınlanıyordu, insanlar bağırıyor, asıl televizyon karşısındakiler mahcup oluyordu. Karısı programı ciddiyetle izliyordu, Wilson ise tepkisizdi. Karısı konuşmaya başladı.
“Bugün kabilenin bazı malum üyeleri beni ziyaret etti. Bunun siyasi hale gelişinden endişeliler.”
“Tabii ki siyasi olacak.”
“Suçu başka yöne çevirmeni istiyorlar. Bu trajedinin bedelini İşçi Partisi hükumetinin ödemesi ve muhafazakarların bundan rant sağlaması kabul edilemez. Ayrıca sadece Güney Galler halkına değil, bizlere de ihanet olur. Bunu çok uzun süredir bekliyorduk Harold. 13 yıl muhalefet partisi olduktan sonra nihayet iktidarı ele aldık. Bizim suçumuz olmayan bir şeyi kullanarak kamuoyu yaratmalarına ve bizi ateşe atmalarına göz yumamayız.”
“İnsanlar sinirlenince liderlerini taşlarlar.”
“Görevimiz hem bu öfkenin yönünü değiştirmek hem de destekçilerimizle birlikte olmak.”
“Nasıl? Yas tutuyorlar Marcia.”
“Haksızlık bu. Yaşanan birçok haksızlıktan biri.”
“Hayır, evlatlarının yasını tutuyorlar.”
“Asıl kabahatliler de suçu üstlenmeyi acımasızca reddediyor. Muhafazakarlar. Bizi günah keçisi yapıyorlar.”
“Peki benim ne yapmamı istiyorsun?”
“Suçu üstlenmelerini sağla. Muhafazakarları suçlayamazsan, mecliste üstüne gidemezsen ve mahkeme bitene kadar kurulun peşine düşmezsen belki de bu olumsuz ilgiyi yönetebileceğimiz başka bir devlet büyüğü bulmaya çalışmalıyız.”
“Kimi?”
“Onu!”
“Kraliçe’yi mi?”
“Sen de kabul edersin ki davranışı müessesenin ihmaline delalet ediyor.”
“Davranışı pek talihsizce.”
“Bugün görüştünüz, değil mi?”
“Evet.”
“Bir kez daha gitmesini istedin.”
“Evet.”
“Ne cevap verdi? Kraliyet gitmez.”
“Öyle bir şeyler. Edinburgh Dükü gidiyor. Ördek avından geri çağırdılar.”
“Evet ama o gitmiyor.”
“Belki iyi bir sebebi vardır. Belki de böyle bir durumun zor olduğunu düşünüyordur.”
“Zor olan evladını kaybetmek! Zor olan ablanı, ağabeyini kaybetmek! Kömür Kurulu’nun seni bir başına bıraktığı bir maden köyünde yaşamak zor! Suçu ona atıp öfkemizi katı yürekli birine akıtmamıza izin vereceğine suçu bize yıkmayı tercih ediyorsun! Beş para etmezsin! Senden iğreniyorum!”
“Söylemiştin.”
“Gerçek bir lider, adam gibi bir adam, gerçek bir sosyalist olmak istiyorsan biraz erkek olman lazım!”
İkimiz de sessizleşmiştik. Televizyonda insanların isyan sesleri geliyordu.
“Bu faciaya hükümet sebep olmuştur! Sorumluluğu alın!”
Perşembe
Edinburgh Dükü Güney Galler’e ziyaretten sonra saraya geri dönmüştü. Geç bir saatti. Biraz uzakta duruyordum. Sesim kısık ve nazikti.
“Nasıldı?”
“İnanılmaz. Matem, öfke. Hükumete karşı, Kömür Kurulu’na karşı ama… Tanrı’ya karşı da. Bugün 81 çocuk toprağa verildi. Öfke… herkesin yüzünde, gözlerinin ardındaydı. Kırıp dökmediler, sokaklarda kavga etmediler.”
“Ne yaptılar?”
“Şarkı söylediler. Tüm köy halkı. Bu… hayatımda duyduğum en çarpıcı şeydi.”
“Ağladın mı?”
“Ağladım mı? Nasıl bir soru bu?”
“Soru işte. Ağladın mı?”
“Ağlamış olabilirim. Uygunsuz mu diyeceksin? İşin aslı şu ki bugün o ağıdı kim duysa sadece ağlamakla kalmaz… kalbi binlerce parçaya bölünürdü.”
Cuma
Martin telefonla konuşuyor, kağıda bir şeyler yazıyordu.
“Tamam. Anlıyorum. Haber verdiğiniz için sağ olun.”
Telefonu kapattı ve yerine koydu. İç çekti. Asistan adamlardan biri konuşmaya başladı.
“Yardımsever bir gazete editöründen bir tüyo aldık. Hükumet, Aberfan’daki felaketin sorumluluğunu almamaya kararlı. Ulusun gündeminin odağını değiştirme kararı almışlar. Gazetelere şunu yazmışlar.”
Adam asistanın elindeki kağıdı aldı ve gözlüğünü düzeltti.
. . .
“Aberfan’da eksikliği hissedilen tek kişi Kraliçe’mizdir. Devlet başkanımızın bu skandal ihmali ve ilgisizliği geleneksel devlet müessesinin sadece Galler halkını değil, tüm emekçileri ihlaline delalettir.”
Asistanlara bakıyordum. Yazanlara karşı bir tepki vermedim.
“Başbakan bunu onaylamış mı?”
“Onaylamış olsa gerek.”
Pazar
“St. Althan Hava Üssüne vardığınızda sizi Glamorgan Kraliyer Temsilcisi Sir Cennydd Traherne karşılayacak ve Aberfan’da okulun bulunduğu afet bölgesine götürecekler. Sonra Bethania Şapelinde facianın kahramanlarının ve kazazedelerin takdimi yapılacak. Daha sonra mezarlık ziyaretinde çelenk koyacaksınız. Son olarak faciada yakınlarını kaybetmiş olan madenci Thomas Edwards’ın evine ziyarete gideceksiniz. Yas tutan birkaç aileyle daha görüşme ayarladık. Ziyaret aşağı yukarı iki saat sürecektir. Majesteleri, sizi yönlendirmek istemem ama İngiltere’de değil, Galler’de olduğunuzu itibara alın. Duygularınızı dışa vurmanız uygun olmanın ötesinde… bekleniyor.”
Bir ev ziyaretinden sonra dışarı çıkarken burada yaşayan insanlarla karşılaşmıştım. Etrafımda toplanıyorlardı. Elimde sağ kalan çocuklardan birinin çizmiş olduğu bir resim ve buket vardı. Kendimi göz yaşı dökmeye zorlayarak konuşmaya başladım.
Karşımda Başbakan vardı, onu en kısa sürede yanıma çağırmalarını istemiştim.
“Majesteleri.”
“Churchill’in bunu yüz yüze yapacak karakteri vardı. Düşününce Anthony Eden’ın da öyle. Harold Macmillan’ın da. Hepsinin öfkelerini yüzüme karşı dile getirecek cesaretleri vardı. Aralarından hiçbiri arkamdan böyle bir iş çevirmezdi. Duyduğuma göre gazetecilere Aberfan’a gitmeyerek yüzünüzü kara çıkardığımı söylemişsiniz.”
“Asla.”
“Siz değil miydiniz?”
“Hayır. Ama… Belki de bazı meslektaşlarım öfkenin hükumete yönelmesinden endişelenip…”
“Dayanışmayı mı bozdu? Dizginleri ele mi aldı?”
“Mümkündür.”
“Belki de haklılar. Aberfan halkı ivedi bir cevabı hak ediyordu. Ama alamadılar. Kraliçelerinin, acılarını paylaştığını görmeyi hak ediyorlardı.”
“Dün gördüler.”
“Görmediler. Gözümden tek bir yaş akmadı ve mucize eseri fark etmediler.”
…
“Blitz’den sonra ailemle hastaneleri ziyaret ederken Kral ve Kraliçenin gördüklerini ben de gördüm. Onlar ağladı. Ben ağlayamadım.”
“Henüz çocuktunuz. Ne bekliyordunuz?”
“Sadece çocukken değil. Büyükannem Kraliçe Mary, ki kendisini çok severdim, öldüğü zaman… tık yoktu.”
“Uzun süredir hastaydı, ölümü bekleniyordu.”
“İlk çocuğum doğduğunda, bir anne için o kadar mühim bir anda bile. Bir sorunum olduğunun bir müddettir farkındayım.”
“Sorununuz yok.”
“Noksanlık diyelim. Eksik olan bir şey başka nasıl tasvir edilir?”
“Bu görüşmeler özel, değil mi? Hayatım boyunca bir gün bile ağır işçi olarak çalışmadım. Bir gün bile. Ben akademisyenim, imtiyazlı bir Oxford öğretim görevlisiyim. İşçi değilim. Bira sevmem. Brendi tercih ederim. Yabani somunu konserveye tercih ederim. Şatorbiyanı etli böreğe. Pipo içmeyi de sevmem. Puroyu bin kez tercih ederim. Ama puro kapitalist imtiyazın sembolü. O yüzden pipo içiyorum. Seçim kampanyalarında, televizyonda. Beni daha ulaşılabilir kılıyor. Daha cana yakın. Herkes için her şey olup kendimiz gibi kalamayız. Lider olarak yapmamız gereken işi yaparız, işimiz bu. İşimiz, yarattığımızdan çok krizi çözmek. Bizim işimiz bu ve bunu çok iyi yapıyorsunuz. Bir açıdan… duygu eksikliğiniz bir lütuf. Kimse devlet başkanının histerik olmasını istemez. İşin doğrusu… hümanizm bile şart değil.”
…
Ayağa kalktım, Başbakan’a veda için elimi uzattım.
“Başbakan.”
Elimi sıktı ve geri çekti. Başını eğdi.”
“Majesteleri.”
Odadan çıktı. Arkasından baktım. Sakince odadaki pikaba doğru yürüdüm ve bir disk koydum. Sandalyeye oturdum, dinlemeye başladım. Kilise müziği çalıyordu.
…
Gözümden bir damla yaş aktı, yanağımdan süzüldü.
Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla.
The Crown 3. Sezon 3. Bölümden uyarlanmıştır.