Etik değerler uluslara bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Ulusların yanı sıra etik değerler bireysel olarak değişmektedir. İnsanların yaşanmışlıkları, deneyimleri, düşünce yapıları bu değerlerin ana belirleyicilerindendir. Bu kadar geniş kapsama sahip olan değerler bütünü kişiselleştirmeye mi daha yatkındır yoksa evrenselleştirmeye mi?
Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, samimiyet duyguları kişilere göre değişkenlik göstermektedir. Her insanın, algılama ve uygulama yapısı birbirinden farklı olduğundan ötürü bu duygularında yaşanma yapıları birbirinden farklılık göstermektedir. İçerisinde yaşayan bireylerin ortalamalarının alınması sonucu ulusal çapta her ülkenin etik değerleri oluşturulmuştur, oluşumu hız kesmeden devam etmektedir.
Yaşanan yüzyılda mevcut olan ödül ve ceza hukukuna göre çeşitli sistemler oluşturulmuş ve bu sistemler doğrultusunda topluluklar bir araya gelmiştir. Bu toplulukların karar mekanizmaları belirleyen yönergeler ise ülkenin kuruluş zamanında belirlenmiş anayasa kurallarıdır. Bu anayasa kurallarını dışına çıkan bireylere, yönetim tarafından belirlenen cezalar uygulanır. Anayasaya göre bakıldığından ötürü, ortaya çıkan problemler nesnel bir kimliğe sahiptirler. Peki ya etik değerler onlar da nesnel midir?
İnsanoğlunun büyük bir kısmı; doğruluk, dürüstlük , güvenilirlik gibi özelliklerin doğru olduğunu savunmaktadır. Geriye kalan kısım ise yaşanmışlıklarından ötürü, bu özellikleri bünyelerine almaya çekinirler. Toplumun böyle ikiye bölündüğü bir durumda ülkenin kültür ve tarihi yapısına bakılarak bir yol haritası çizilmiştir. Bu yol haritasını takip eden ülkeler, etnik değerlerini çeşitli sınırlar içerisine almaya çalışmışlardır. Gösterilen bu çaba, ne kadar yeterli olarak görülse de etik değerleri topluma daha tam entegre edememiş ülkeler bulunmaktadır. Aynı kültüre, tarihi yapıya sahip olan bir toplumda bile etik değerlerin entegresi hala tamamlanmamışken uluslararası olması mümkün müdür?
Günümüzde çıkan savaşlar, çıkar yarışları, tartışmalar insanların farklı düşünce yapılarına sahip olduğundan dolayı ortaya çıkmıştır. İnsanlar, kendilerine tekdüzeliğe iten bir sistemden hep kaçmış ve kaçmaya devam edecektir. Sıradanlık çerçevesinde bakıldığı zaman, insanların tek düze hale gelmesi veya getirilmesi yaratıcılığın en büyük düşmanıdır. Yaratıcılık ve tekdüzelik arasında her zaman bir savaş vardır. Devam etmekte olan bu savaşın asıl sorumluları iki farklı düşünce yapısına sahip olan insanoğludur. Görüş ayrılıklarından bir kesim sorumlu tutacaksa tabii. Bu savaşın nedeni ise iki tarafında farklı özelliklere sahip olmasından dolayıdır, aynı insanoğlu gibi.
Tekdüzeliğe başkaldıran bir insan topluluğu karşısında, etik değerleri belirli kalıplara sokmak ne kadar doğrudur, o yönden tartışılır. Fakat, insanları aynı düşünce yapısı içerisinde sokmak, onları kalıpların içerisinde sokmak, etik değerleri uluslararası yapmak yerine parmakların arasına göndermekten başka bir sonuca varmaz, varamaz. İnsanların özgürlüklerinin, düşünce yapılarının kısıtlandığı bu yüzyılda, etik değerlerinin kısıtlanması onlar için parmaklıklar ardındaki yaşamlardan başka bir şeyi ifade edemez. Özgürlüğün kısıtlandığı noktada ise toplumun gelişimi de kısıtlanmış demektedir. Gelişmesi duran bir toplumun, gün geçtikçe genç istihdamı ve refahı düşer. Özgürlüğü ve sürekli olarak gelişimi savunan bir dünyada, parmaklıklar kelimesi duyulmamalıdır. Tolstoy’un da dediği gibi “Düşünce yasakları her zaman toplum zararıdır. Yasaklanan düşüncenin bütünü ya da bir kesimi doğruysa doğrudan, yanlış ise doğrunun daha belirgin biçimde ortaya çıkmasından yoksun kalan bir toplum yoksullaşacak, yeni tezlere ulaşamayacak, olduğu yerde duracaktır.”.