Eski Bir Aşk Hikayesi

Saatlerdir kalemini elinden hiç bırakmamıştı. Silgisine uzanmamış, defterin sayfasını çevirmemişti. Sadece yazıyordu. Yarın yokmuşçasına, öyle bir hızla yazıyordu ki gözleri yazdıklarını takip edemez hâle gelmişti. Onun hayali, şöyle en ünlüsünden bir kitap yazarı olmaktı. Başı dönüyordu, açtı ama yazmak daha önemliydi onun için. Gözünü kırpmaktan bile kaçındığı belliydi, gözlerinin içi kıpkırmızı ve ıslaktı. Sonunda noktayı koyarak kalemini usulca masanın üzerine bıraktığında başlayalı üç buçuk saat olmuştu. Saate baktıktan sonra telefonunu kapatarak masasına bıraktı ve bir bardak su almak için ayaklandı.

Ayağa kalktığı sırada midesinden gelen horultular; tatlı, sıcacık, erimiş çikolatayla dolu bir kruvasanın fena olmayacağı fikrini aklına sokmuştu. Telefonunu bıraktığı yerden geri alarak cebine yerleştirdi. Oturduğu masanın az ilerisindeki uzun, eski askılıkta asılı olan sütlü kahve rengindeki paltosunu üzerine geçirdi, botlarını giydi ve evinin hemen yanındaki tatlı krizi tuttuğu zamanlarda -oldukça sık- gittiği Fransız çörekçisine gitmek için apartman dairesinin kapısını açtı. Yeni yıl yaklaştığından kapısının önüne koyduğu kar taneleri ve çam ağaçlarıyla desenlenmiş sevimli paspasına ayaklarını sildi. Kapıyı örtmeden evvel evden hafif, sürekli adımlar duyulmaya başladı. Tüy yumağı, koşarak kızın kucağına çıktı ve hemen umursamazca yüzünü yalamaya başladı. Bu sevimli şey, kızın Pomeranian cinsi ve oldukça oyuncu olan köpeğiydi. Bir süre yüzündeki hüzünlü ifade ile kızın yüzünü yalasa da evden çıkmamasını sağlayamayacağını anladığında sakinleşerek kucağından indi.

Sonunda evden çıktı, dokuz katlı bir apartmanın sekizinci katında oturmak onun için bir onur değildi. En ucuz dairelerin birinde oturuyordu ve bir müstakil eve sahip olmak için can atıyordu. Asansöre bindiği sırada aklında, üzerinde çalıştığı kitabın en çok satılanlar listesinde ilk sırada olması ya da onun için okurlarının kitap imza günleri düzenlemesi gibi olası senaryolar kuruyor ve bunları tekrar tekrar oynatıyordu. Asansör giriş katına ulaştığında çıkan tik sesi onu hayal dünyasından koparıp gerçeğe döndürmeye yetmişti. Hızlıca kapıdan çıkıp karnını doyurmak istiyordu, adımını attığı an sert bir şeye çarptı, ve dengesini kaybetti. Bu yalnızca bir şey değildi, bir insandı. Üstelik oldukça ciddi görünen, gömlek altına kumaş pantolon giymiş, elindeki çantasıyla tam bir iş adamı gibi görünen biriydi. Sinirli bir tip olduğu her halinden belliydi. Bütün bunlara rağmen eli yüzü düzgün, genç bir adamdı. Neredeyse aynı yaşta olduklarını anlamak pek zor olmazdı.

“Önüne baksan iyi edersin.” dedi oldukça sert ve ciddi bir ses tonuyla. “Özür dilerim ama siz de biraz dikkat etseydiniz fena olmazdı. Asansörden insanların indiğini bildiğinizi düşünüyorum, dolayısıyla olası bir çarpışmayı önlemek için aniden kapının önüne çıkmamanız gerektiğini de bilmenizi beklerdim.” diye karşılık verdi kız. Adam önce kızı bir kere tepeden tırnağa süzdü, ardından gözlerinin içine bakarak herhangi bir kızın kolaylıkla beğeneceği bir şekilde sırıttı. Tek bir kelime daha etmeden asansöre bindi fakat o, herhangi bir kız değildi ve onun kalbini kazanmak oldukça zor olacaktı.

Kız sonunda çörekçiye girdi. Etrafı oldukça eski tarzda süslenmiş olmasına rağmen olsa olsa iki yıllık olabilirdi burası. Kapıdan girdiğinde kapının üst bölümüne yakın tavana acemice tutturulmuş bir zil çaldı. Bu bazı dükkanlarda çalışanlara müşterinin geldiğini bildirmek için yapılan türdendi. Dükkanın enfes poğaça ve tatlı kokusu kızın burnunu doldurdu. Arka planda hafifçe çalan klasik müzik eşliğinde kendini bir anda ileriye atılıp ritmin eşliğinde yavaş adımlarla kasaya yürürken buldu. En güzelinden bir kruvasan beğendi ve yanına küçük boy bir fındıklı kahve aldı. “İsminiz?” diye sordu kasadaki kısa boylu, hafif kilolu, siyah saçlı kadın. “Julie… Juliette” Kadın önce gözlerini kızın kahverengi buklelerine, sonraysa mavi gözlerine dikti. “Romeo ve Juliette…” diye karşılık verdi gülerek. Julie buna alışıktı, bu yüzden sadece gülümseyerek geçti. Kahvesi ve kruvasanını aldıktan sonra kendisine cam kenarından rahat bir masa beğendi ve yemek için oturdu.

Telefonundan izlediği bir videoya daldığı sırada omzunda bir el hissetmesiyle birlikte irkildi. Arkasını döndüğünde tekrardan apartmanın çıkışında çarptığı adamın soluk bir ifadeyle dikilirken yüzüne baktığını gördü. Adam önce biraz öksürerek sesini ayarladı, ardından sonunda konuştu: “Bu senin sanırım.” dedi ve elindeki kahveyi uzattı. Kız önce bir süre adama baktı, sonra adamın elindeki kahveyi aldı ve üzerindeki isme baktı. “Juliette” yazıyordu ve yanında bir gülen yüz vardı. Peki ya onun aldığı kahve kimindi o zaman? Julie hemen masasına bıraktığı kahveyi aldı ve üzerindeki ismi kontrol etti. “Alexander” yazıyordu. Açık ve kocaman harflerle üstelikle. Bunu nasıl fark edememişti? Yüzü hafifçe kızarmaya başladı, tekrar tekrar özür dileyerek kahvesini geri aldı. Neyse ki henüz ikisi de tek yudum bile içmemişti.

Adam ilk defa Julie’ye sıcak ve oldukça sevimli bir gülümsemeyle karşılık vermişti. Bunu görünce şaşırdığı belliydi. Kabullenmesi oldukça zor olsa da kendini Alex’in gamzesini ve bembeyaz ışıldayan dişlerini incelerken buldu. Oldukça soğuk biri olsa da bir o kadar da yakışıklıydı bu gizemli yabancı. Tam o sırada Julie yanlışlıkla elinde tuttuğu küçük çantasını yere düşürdü ve mavi kapaklı ufak tefek bir defter çantadan düşerek kendine kafenin mermer zemininde bir yer beğendi. Tam yazı defterini geri almak için eğildiği sırada Alexander ondan önce davranarak defteri yerden aldı. Geri vermeden önce ise defterin sayfalarını karıştırarak içerisindeki yazılardan birini açtı ve sesli bir şekilde okumaya başladı.

“Eğer bir bulut olsaydım, korkardım. Gökyüzünün maviliğinden, kırlardaki ağaçların yeşilliğinden, yıldızların parlaklığından korkardım, ama en çok da gecenin karanlığından. Güneş ilk doğduğunda herkesin hayranlıkla seyrettiği, şekilden şekle geçen bir beyazlık abidesi olmaktan, gecenin karanlığına hapsolan, aydınlığını yitiren bir güzellik olmaya nasıl geçtiğimi anlamazdım. Yalnızlıktan, kış akşamları saat altı buçuğu geçtiği zaman yakılan sobanın dumanlarından korkardım. Her gün havanın kristal mavisinden deniz mavisine geçtiği saatlerden korkardım. Doğanın bu kadar güzel bir mucizesi olduğum için en çok da kendimden korkardım…”

Bitirdiğinde Alex nefessiz kalmıştı. Bu onun için oldukça farklı bir şeydi ama ona mutluluk ve garip bir rahatlık hissini beraberinde getirmişti. “Bunu sen mi yazdın?” dedi. Tıpkı yerde minik bir çikolata paketi bulmuş bir çocuk gibi heyecanlıydı. Bunu fark eden Julie, kendi kendine güldükten sonra cevap verdi. “Evet, çok mu beğendin?” Alex önce gözünü kaçırdı, bir süre uzaklara daldı ve biraz düşündükten sonra tekrar konuştu: “Bir ara benimle bir şeyler içmeye gelmek ister misin?” Alex ona eski bir aşk hikayesini andırıyordu. Sonunda sıcak bir gülümseme ile karşılık verdi: “Çok isterim…”

(Visited 152 times, 1 visits today)