Safiyane yürüyüş, bir arayış içindeyim yine. Parmaklarımın uçları tırnaklarımın altından bir yüzük mesafesine kadar sızlıyor. Soğuktan mıdır ne, yoksa ruhum mu sığamıyor vücuduma? Bol mu geliyor bu etin kalıbı, ısıtamıyor mu bu ruh bedeni? Vuku bulduğumdan beridir mi donuyor, beyazlaşıyor bu parmaklar; yoksa ben mi sarfınazar ederim hep hislerimi ve o çetin soğuğu? Belki yargılamaktan korkarım benliğimi ya da zahiri gelir bana bu düşünceler, gereksiz midir oysaki?
Hislerimizle de böyle değil midir zaten bizlerin ilişkileri. Kimimiz anlarız neyi, neden hissettiğimizi? Ovadan hallice, düz, belki biraz bayırlı bir düzlükteyim sanki. Pek de kendimi ağaç gibi görmem, giremem o kalıba: Üç beden büyük gelir bana. Fidanımdır ben belki de bir taş, bir papatya. Yalnızlığın senfonisi öter şimdi kulağımda. Ah işte yine o mayhoş his dudağımda.
İçimde konuşur durursa ya her yokuşta?
Kavga eder durur yedi benlik her yatışta.
Ben de yalnızlığıma estim mahzun bir bakışla.
Hepsi aşılması güç, pek bir tahammülfersa!
İnsan zaman zaman çok “beşeri” gelir bana. Kandırılmış hissederim ne zaman masallarda anlatılan ruhu ne aynada ne başka bir çehrede göremesem bir gün tekrar uyandığımda. Acının, umutsuzluğun ve ilişkilerin ebedi meşakkatinin insanı nasıl değiştirdiğini görmüşlüğüm vardır, zira. Acının insana kattığı vahşiyane nefretin yanında merhamet önemini yitirmesi, çehrelerdeki ışığın yerini boş siyah gözlere bırakması, kimyamızın en büyük günahıdır belki de. İçgüdü, savunma, saldırı: Öldürmeden can almaktır bu benim için. O yüzden korkarım yargılanmaktan, bilirim içten içe tek taraflı bir mahkemedir insanlarınki. Bu yüzden yalnız hissederim zaman zaman. Ulaşması da zordur, gittikçe ıraklaşan yolda. Bir ormanda tek ağaçlı bahçedeyim sanırsın, gittikçe pek çok yoldan. Tekinsizdir bu bahçeler, seversen sevilirsin, küsersen küsülürsün. Arası olmaz bu diyarda, tek bir yazı-turaymışçasına!
İnsanlar gelir, geçer, gider.
Alışamadım ben bu akışa.
Mevsimlerden hızlı değişen ben miyim?
Yoksa başkaları mı, dedi ervahım bana.
İçlerimiz de bir başkadır, diler hislere tercüman olmalıdır. Kendinden ayrı kalmış olabilir insan. Azdan az şefkati kendimize mi gösteririz biz, Âdem’den gelmiş Adem’e gidecekken? Annelerin yavrularına gösterdiği şefkatti kendine gösterememiş ruhlar olarak dolaşmak benliğimize ihanet değil midir, oysaki? Kendimizi, hislerimizi ve onların hakikatini kabul etmek, zor gelmemelidir bu nedenle. Şayet, bir sevgilinin sevgisi nasıl sorgulanmıyorsa, hisler ve ruhumuzun hakikati de sorgulanmamalıdır. Hata mıdır o halde benim yaptığım? Bilinmez, pek bilinmez. Bilinen şey şu anda var olabildiğimiz ve ebediyette var olabilme şansını yakalamamızdır; uçurumların yalnızlığı, kara hüznü ve al kırmızı sevinci yaşayabilme umudu ve olanağıdır.
Gerçek midir, kurmaca mıdır? Belki de sadece içlerimizde, dışımızda olduğumuz gibi yalnızızdır? Kim bilir, sadece benim parmaklarım değil, şayet diğer parmaklar da üşüyorsa? Bilemeyiz tabi ki, eller ellerle buluşmadıkça. Bu “Âlem-i Ervahta” düşündüğümüz ve hissettiğimiz kadar yalnızız. Değer verdiğimiz, sevdiğimiz ve anladığımız kadar da beraberizdir.