Ezgi ve Ayşe bir gün ormanda kamp yapmak için en yakındaki dağın yolunu tuttular. Kamplarına Ezgi’nin getirdiği elmalarla başladılar. Sonra Ayşe’nin getirdiği sıcak kahvelerini içtikten sonra yürümeye başladılar. Burası çok huzurlu bir ortamdı; çevrede mavi zambaklar, masum tavşanlar ve zaten güzel olan oksijeni tazeleyen zümrüt ve çam ağaçları ekstra bir güzellik katıyordu bu ortama.
Ayşe ve Ezgi, buldukları yan yana olan iki kütüğün üstüne oturup tadına doyulmayacak manzarayı izlerken bir ses ile yerlerinden hafif bir şekilde sıçradılar. Ayşe, Ezgi’nin kolunu çekiştirirken Ezgi donmuş gibi bu sesin nereden geldiğine bakmaya çalışıyordu. En sonunda ses durdu, Ayşe’nin üstünden bir yük kalkmış gibi derin bir oh çekti. Fakat bu rahatlaması uzun süreli olmadı. İkisinin önünde duran iki ağacın arasından bir ayı, onlara bağırırmışçasına kükreyerek koşarken Ezgi tiz ama dopdolu bir çığlık attı.
Peşlerinden koşan ayı onları kaybettikten sonra rahatladılar. Fakat büyük bir sorun vardı, saat gecenin dördüydü. Beş saat boyunca yardım beklerken sanki zaman bitmek bilmiyordu. Sonunda Ayşe, bir şekilde yakında olan bir sinyali yakaladıktan sonra polisi aramıştı. Bu olaydan sonra Ayşe ve Ezgi’nin ailelerine anlattıkları şey aynıydı ve bu şey tek bir cümleydi: Bu, onların hayatında geçirdikleri EN UZUN DOKUZ SAAT olmuştu.