Bugün benim doğum günümdü. Geçireceğim en iyi doğum günü olabilmesi fikri beni büyük bir heyecana sürüklüyordu çünkü ben, Sıla Yazıcı, ilk defa bir doğum günümde gerçekten sevdiğim ve güvendiğim insanlarla olacaktım. Ve bunun mutluluğu bile benim sabah sebepsiz yere ağzım kulaklarımda kalkmama sebep olmuştu. Hediyelerin maddiyatını önemsemez hatta hepsinden çok manevi değerine bakardım. Çünkü benim için anısı olan şeyler daha değerliydi. Unutamayacağım hediyeler. Arkadaşlarım bir saat sonra evime geleceklerdi ve ben daha evime bugün için yeni aldığım süsleri yerleştirmemiştim.
Acele işe şeytanın karışacağını düşündüğüm içinde hemen paniklemeyip yavaş yavaş süsleri yerleştirmeye başlamıştım. Fırından keki çıkarmış, sehpaya birkaç mum koymuştum. Atıştırmalıklar mutfak masasındaydı çünkü onları arkadaşlarım gelince koyacaktım.
Bütün hazırlık bitmişti, üstüme kıyafetlerimi giyinmiş, saçlarımı yapmış ve nedense güzel gözükmek istemiştim. Fakat daha on beş dakika vardı. Salondaki koltuğa oturdum, ellerimi önümde birleştirdim ve sadece arkadaşlarımı bekledim.
Son on dakika kalmıştı, ikide bir saatime bakıyordum. Ah zaman, bazen geçmeyesi geliyordu!
Son beş dakika kalmıştı, ben oturduğum yerden kalkmış kapının önünde belki biri erken gelir diye beklemiştim.
Geriye kalan son beş dakika geçmiş, hatta onun üstünden on dakika daha geçmişti. Acaba trafik mi vardı?
Telefonumu almaya gittim ve herhangi bir bildirim gelmiş mi diye baktım. Hiçbirinden mesaj gelmemişti.
O zaman ben mesaj atardım, değil mi? Gelecek bütün arkadaşlarımın profiline tıkladım ve parmaklarım hızlıca mesaj yazmaya başladı. İlk Sevinç’e attım.
-Sevinç, neredesiniz? Bir şey mi oldu?. (Gönderildi.)
Sonra hızlıca onun profilinden çıkıp Tönge’ye mesaj attım.
-Tönge, ”Zamanında orada olacağım.” demiştin. Yoksun. Bir şey mi oldu? (Gönderildi.)
Sevinç’ten ve Tönge’den cevap gelmemişti. Sol elim dudaklarıma ilerledi ve stresle orayı yolmaya başladı.
Stres olmamın tek sebebi vardı: Anlaştığımız saat üzerinden tamı tamına bir buçuk saat geçmişti ve hiçbiri ortalıkta yoktu! Onlara bir şey olması düşüncesine kapılmadan duramadım.
Beklemedim, Yağmur’a yazdım.
-Yağmur, neredesin? Bir buçuk saat geçti ve hiçbiriniz yoksunuz! (Gönderildi.)
Diğerlerinden cevap yine gelmemişti. Teoman’a yazdım.
-Lütfen biriniz cevap verin. (Gönderildi.)
Aniden zil çaldı. Hızla ayağa kalktım. Sanırım gelmişlerdi!
Kapıyı açtığımda ise karşımda onları görmeyi beklerken yerde bir kitap gördüm. Şaşırdım, bir şey sipariş etmemiştim. Eğildim ve kitabı aldım. Kitabın kapağında, ”Arkadaşlık uğruna,” Yazıyordu. Bu, onlardan mıydı?
Sayfanın kenarı katlanmış bir sayfa vardı. Hızlıca o sayfayı açtım. Ve altı çizilmiş şiire öylece bakakaldım:
‘Bazı günler uzun uzun konuştuk,
Dert çıbanlarını kanattık nedense,
Bazı günler sessiz kaldık öylece, Sen arkadaşımsın, şu anımın tanığısın,
Seninle uzun zaman görüşemeyiz belki,
Ama sen aradığımda her zamanki gibi bana,
Kaldığımız yerden devam ettin arkadaşım.
Seninle ne tatlı günler yaşadık,
Bir kahve bahanesine yılları sığdırdık,
Utansın millet bilmeden ettiklerine,
Biz dostluğumuzu herkese ispatladık.
Bazıları çıkar sandı, bazıları boş vakit,
Oysa ne bilsinler dostluk hep dakik,
Bir parça ekmeği paylaşsak bile,
Biz dostluğumuzu gönlümüzce yaşadık,
El alem ne derse umursamadık,
Karşımıza çıkan engellermiş geçtik atlattık,
Hatta her şeye inat daha mutlu olduk,
Biz dostluğumuzla mutluluğumuzu yaşat
Biz arkadaşlığımızı gönülden yaşattık.’
Gözlerim doldu, hatta bir an ağlayacak gibi bile oldum. Böyle bir şey düşünmeleri, anlamı olan bir kitabı bana hediye etmeleri beni çok ama çok mutlu etmişti. Hediyeleri buradaydı, peki ya onlar?
Tam burnumu çekecektim ki ilk başta koca heybetiyle Tönge belirdi kapıda. Askerdi kendisi. Yavaşça geldi ve sarıldı. Kulağıma, ”Endişelendin, gördük mesajları. Ama küçük sürprizimiz için biraz endişelenmen gerekiyordu be Sıla. Affet.” dedi ve güldü. Benim ağzımdan ise ufak bir kıkırtı çıktı. Sonrasında salona doğru ilerledi.
Hemen ardından Yağmur belirdi sarı saçlarıyla, sıkıca sarıp sarmaladı beni. ”Nasıldı sürpriz, beğendin mi? Anladın mı yoksa?” dedi ve yüzümde bir tepki aradı. Sadece dudaklarımı büktüm ve ”Belki” dedim.’ Yalandı. Anında bozuldu ve, ”Ben demiştim, Tönge vurulmuş gibi yapsın diye!” deyip söylenerek yanımdan geçti. Şaşkınca ona dönüp, ”Kalp krizi geçirtmekti herhalde planlarınız!” dedim ve o giderken seslice güldü.
Sevinç geldi sonra, kızıl saçlarıyla mavi gözleriyle boncuk boncuk bana bakıyordu. ”Doğum günün kutlu olsun canım arkadaşım!” deyip bana kocaman bir gülümseme sundu ve boynuma atladı. Hızlıca onun sarılmasına karşılık olarak ellerimi beline doladığımda biraz sendelemiştim. ”Çok mu korktun?” dedi alayla. ”Göstereceğim ben size korkuyu.” dedim sahte bir sinirle. Anladı ve sesli bir kahkaha attı. O geri çekilirken, ”Eee, Teo nerede?” diye sordum. ” Geliyor o, biraz yavaştır biliyorsun.” dedi. ”Yine mi!” diye söylendim. Bütün ömrümüz onu beklemekle geçiyordu!
En sonunda Teoman gelince, ”Gelmeseydin Teoman.” dedim. ”Çok basamak var. Bu sefer benim sorunum değil.” deyip ellerini teslim olmuş gibi kaldırınca gülmeden edemedim ve biraz da onunla sarıldım.
O da yanımdan geçip giderken derin bir nefes aldım ve huzurla gülümsedim. Çünkü sevdiklerimle ve en çok güvendiklerimle doğum günümü kutlayacaktım. Yanlarında gerçekten ‘ben’ olduğum kişilerle.