Tanrının dünyaya serpiştirdiği benlikler; ağlayan, korkan, çığlık atan, doğan, doğuran, ölen ve öldüren biz insanlar… Birçoğuna göre, diğer varlıklardan tek farkımız tıkır tıkır işleyen düşüncelerimiz ve bunlara göre attığımız adımlar. Peki ya davranışlarımızdan hareketle belirlediğimiz ahlaki değerlerin temeli nerde yatıyor? İnsan, J.J Rousseau’nun da dediği gibi, iyi mi doğar yoksa içinde, Thomas Hobbes’un da belirttiği üzere, hep bir kötülük mü vardır?
Yüzyıllardır tatmin olmayan bir hırs ve açgözlülük birbirinin varlığına saldırmış; sadece kendi çıkarlar için savaş çıkarıp milyonarın canına kıymış insanlığın iyiliğe ve saflığa hiç de yakın olmadığı kesindir. Hristiyanlık inancı da bunu destekler niteliktedir, insan günahkâr olarak doğar ve bebekler temizlenmeleri için vaftiz edilir. Bu yüzden Hristiyan ve Batılı bir kültürün içinde yetişmiş olan Thomas Hobbes’un insanın kötü olduğunu savunması hiç de şaşırtıcı değildir.
Hobbes’un görüşlerini daha iyi anlamak için onun insanın doğası hakkındaki yorumlarını incelememiz gerekir. Hobbes; insanı birçok parçadan oluşan bir saate benzetmiş, davranışları da bu parçalar arasındaki etkileşimler sonucunda ortaya çıkan mekanik bir yapı olarak tanımlamıştır.
“Kalp nedir ki bir yaydan başka; sinirler nedir ki birçok yaylardan başka; ya
eklemler, yapıcının planladığı şekilde bütün gövdeyi harekete geçiren çok sayıda
çarklardan başka?”
Hobbes, sanılanın aksine, insan davranışlarının doğasının kötü olduğunu savunmaz. Ona göre; ne insanın istek ve duyguları ne de kendi varlığını koruyabilmek amacıyla yaptığı hareketler kötü olarak nitelendirilemez. Ancak bu durum sadece yasalar ve toplum olmadığında ya da insanın yasalardan haberdar olmadığı durumlarda, çocukluk dönemi gibi, geçerlidir. Hobbes; doğada, güç farklılıkları fark etmeksizin, tüm insanların eşit olduğunu savunur. Yani herkes herkese karşı her an savaş halindedir ve her bireyin birbirine zarar verme ihtimali eşittir. Bu yüzdendir ki Hobbes korku ve egemenliğe dayanan bir devlet yapısını savunmuş, insanların ”doğa durumu”ndaki sefalet ve korkudan kurulmak için tüm özgürlüklerden vazgeçerek mutlak bir güce sığındığını öne sürmüştür.
”Homo homini lupus.” (İnsan insanın kurdudur.)
Öte yandan, Jean- Jacques Rousseau ”doğa durumu”ndaki insanı tam anlamıyla özgür ve iyi olarak tanımlamıştır. Ona göre; yaratıcının elinden çıkan insan iki düzenleyici güce sahiptir: Kendini sevme ve şefkat. Bu sayede insan hem kendini hem de başkalarını nasıl düşüneceğini bilir. Böylece doğa durumu insan için en barışçıl ve elverişli durum olarak tanımlanmış olur. Fakat Rousseau’ya göre toplumsal yaşamın ve sosyalleşmenin ortaya çıkışıyla bu nizam bozulmuştur. Bunun en büyük örneklerinden biri özel mülkiyettir. Rousseau’ya göre; çok verimli topraklara sahip, büyük bir konakta yaşayan bir kişiyle verimsiz topraklarda zar zor geçinen bir kişinin arasında kıskançlık, çıkar ilişkisi ve bencillik gibi kötülüklerin ortaya çıkması çok normaldir. Bu bakımdan Rousseau; bireyin toplumun ayrılamaz bir parçası olduğunu öne sürmüş ve bireyin toplumun ”genel iradesi”nde her zaman bir yer bularak toplum için ”iyi” olan bir yönetimi seçebileceğini desteklemiştir. Böylece toplumun iyiye ulaşmasını, ”genel irade”nin kararına bağlamıştır.
”İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”.
İnsanın içindeki iyilik ve kötülüğün Hobbes ve Rousseau’dan daha fazla olduğu aşikardır. Nitekim onların yaklaşımı insan psikolojisinden çok insan, toplum ve devlet ilişkisini esas alır. Zira Bireysel Psikoloji Kuramı’nın öncülerinden olan Alfred Adler; insanın tüm hareketlerinin ”istem” adını verdiği bir dürtüden kaynaklandığını, iyilik ve kötülüğün oluşmasında da çocukluk döneminin başrolü oynadığını öne sürmüştür. Fakat Adler’in görüşleri birçoğu tarafından fazla karamsar ve acımasız olarak değerlendirilir. İnsan doğası üzerine en iyimser yaklaşım ise Çinli düşünür Mensiyüs’ündür. Kendisi; insanın içinin iyiye doğru olduğunu söylemiş, iç sesimizi dinleyerek hareket edersek toplumun kendiliğinden düzene gireceğini desteklemiştir.
Sonuç olarak, insanın iyiliğe veya kötülüğe olan eğilimi kimse tarafından kanıtlanamamıştır. Nitekim Schopenhauer ve Adler gibi en karamsar düşünürler bile dünyada iyi insanların da var olduğunu kabul etmiştir. Öyleyse iyilik ve kötülük kişisel bir şey olmaktan öteye gidemez. Belki de Adler’in dediği gibi hatırlayamadığımız 0-6 yaş aralığıdır her şeyi belirleyen. Ama yine de iyilik veya kötülük kavramları biz insanların belirlediği şeyler değil midir? Toplum bencilliği kötü olarak görmeseydi normal hatta iyi bir davranış bile olabilirdi. Bu yüzden insanı iyi ya da kötü olarak etiketlemek yanlış geliyor kulağa. Çıkarcı da olsa cömert de olsa kurdu elmanın bir parçası yapan, bir bireyi toplumun içine alan, da bizler değil miyiz?